BELGESEL TADINDA CANLI YAYINLARLA GEBZE DE DEVRİ ALEM

BÜYÜK DEVLET ADAMI VE VAKIF İNSANI ÇOBAN MUSTAFAPAŞAYI VEFAT 495. YIL DÖNÜMÜNDE  GEBZEDEKİ VAKIF KÜLLİYESİNDEKİ TÜRBESİNDE RESMİ TÖRENLE RAHMET VE DUALARLA ANILDI 

ÇOBAN MUSTAFAPAŞA  İLE İLGİLİ  ULUSLARARASI ÇOBAN MUSTAFAPAŞA  SEMPOZYUMUNDA HAZIRLADIĞIMIZ  BİLDİRİ

   AN İTİBARİ İLE http://www.devrialem.tv ve http://www.gebzegazetesi.com  ANMA TOPLANTISINDAN  CANLI YAYINDA

GAZETEMİZ KURUCUSU VE DEVRİ ALEM BELGESEL YÖNETMENİ İSMAİL KAHRAMANIN  SOSYAL MEDYA PAYLAŞIMI 

https://www.facebook.com/share/p/FxyLBxVTXdT7C8pz/?mibextid=WC7FNe

…… 

GEBZE NİN TARİHİ  ARAPÇEŞME  MAHALLESİN DE TARİHİ  BİR GÜN  YAŞADIK. ŞEHİTLER DERNEĞİ İLE MUHTARI ZİYARET EDİP CANLI  YAYINLAR YAPTIK 

  ŞEHİTLER DERNEĞİNDEN CANLI HABER

Gebze Arapçeşme  mahalle muhtarlığı yanında faaliyet gösteren ve önemli hizmetler yapan 

TÜRKİYE HARP MALÜLÜ GAZİLER ŞEHİT DUL ve YETİMLER DERNEĞİ GEBZE ŞUBESİ

Bölge başkanı Salih Türk  beyi   Gebze  kaymakamlık  yazı işleri müdürü İsmail  Kara  ile ziyaret ederek http://www.devrialem.tv ve http://www.gebzegazetesi.com  canlı yayında  belgesel söyleşi yaptık 

   CANLI HABERİ İZLEYEBİLİRSİNİZ 

GEBZE GAZETESİNDEN  ARAPÇEŞME  MAHALLESİ  MUHTARLIĞINDAN  CANLI HABER 

Gebze Arapçeşme  mahalle muhtarı  Remzi Kandaz  beyin organize ettiği etkinliğe  katılıp  M&T Displays İK ekibi ile  http://www.devrialem.tv ve http://www.gebzegazetesi.com  canlı yayında belgesel  söyleşi yaptık 

   CANLI  YAYINI  İZLEYEBİLİRSİNİZ 

  GEBZE ARAPÇEŞME  MAHALLESİNE  ADINI VEREN  ÇEŞME   EYÜP SULTAN İLE İSTANBULU  FETHE  GELEN  İSLAM ORDUSUNDA YER ALAN   VE  GEBZE DE ŞEHİT OLAN  BİR SAHABEDEN ALDIĞI  TAHMİN EDLİYOR  ÇEŞME İLE İLGİLİ BİLGİ 

Arap Çeşme

  BELGESEL TADINDA  TÜM ARKADAŞLARIMA SELAM OLSUN

İstanbul’u fetih ederek peygsmberimizin övgüsünü kazan  3 Mayıs 1481 yılın da Gebze’de vefat eden  Fatih Sultan Mehmet in gençlere rol model hayatı belgeseli  tadında. herkese selam olsun 

….

GİRİB   GENEL MERKEZİ  RESMEN ANKARAYA  TAŞIDI 

GİRİB, Giresunlu İşadamı ve Bürokratları Derneği, Olağanüstü Genel Kurul Toplantısını gerçekleştirerek Genel merkez resmen Ankara’ya taşındı 

GİRİB genel başkanı Kemal Tokmak  yaptığı konuşmada yeni dönem çalışmaları İle ilgili Bilgi verdi 

Genel Kurul da  bende kısa bir konuşma yaparak GİRİB in Ankara’da hem  Giresun ve hemde Kocaeliyi temsil etmesi üzerinde durdum.  

Genel kurulun hayırlara vesile olmasını diliyorum 

Genel kurulda bizde  denetleme kuruluba seçildim Yeni seçilen tüm kardeşlera üstün başarılar diliyorum.

https://www.facebook.com/share/p/DMjiLiB5dqXKcUaV/?mibextid=WC7FNe

BELGESEL TADINDA EVLİYA ÇELEBİ’NİN İZİNDE DİYARBAKIR’DA VAKIF MEDENİYETİ TARİHİNE KÜLTÜR YOLCULUĞU

İlim Kültür Tarih Araştırmaları Merkezi www.iktav.com kültür hizmeti olarak tarih, kültür mirası, vakıf medeniyeti ile ilgili araştırmalar yapıp Devri Alem belgesel tv programı www.devrialem.tv olarak belgeseller çekimlerimize Güneydoğu Anadolu bölgesinde devam ediyoruz.

www.iktav.com kültür hizmeti olarak 20-23 nisan 2024 tarihleri arasında Şanlıurfa, Mardin, Batman ve Diyarbakır bölgesinde tarih ve kültür kültür mirası vakıf medeniyetimize yönelik araştırmalar yapacağımız belgesel çekimlerimizin şimdiki durağı Diyarbakır

30 yıldan beri birçok tv kanalında yayınlanan belgeselcilikte marka haline gelen devri alem belgeselleri çekecek www.gebzegazetesi.com da belgeselcinin not defterinde yayınlayacağız.

DİYARBAKIR KALESİ VE HZ SÜLEYMAN CAMİSİNDEN BELGESEL TADINDA www.devrialem.vewww.gebzegazetesi.com AN İTİBARİ İLE CANLI YAYINDA

EVLİYA ÇELEBİ’NİN DİYARBAKIR’DAKİ VAKIF ESERLERİ İLE İLGİLİ VERDİĞİ BİLGİLER

Ünlü seyyahımız Evliya Çelebi’nin izinde Anadolu’da Vakıf Medeniyetimizi araştırıp belgesellerini çekmeye devam ediyoruz TD Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde yer alan bilgili sizlerle paylaşıyoruz.

“….Evliya Çelebi, 1655-1656’da Âmid’in kırk yedisi müslüman, yedisi Ermeni elli dört mahallesi olduğunu belirtir; şehrin bir kısım camilerinden, mescidlerinden, medrese ve hanlarından bahseder. XVII. yüzyılın ilk yarısında yaptırılan Nasuh Paşa Camii ve ona bitişik medreseden (Servisehî Hatun), Kara Mustafa Paşa Camii’nden söz etmez. Onun bahsettiği Hüsreviye Medresesi, Beylerbeyi Hüsrev Paşa’nın cami ile birlikte yaptırdığı, XVI. yüzyılda ünlü âlim ve tarihçi Muslihuddîn-i Lârî’nin de müderrislik yaptığı medresedir. Evliya Çelebi, Hasan Paşa Hanı’ndan başka Mardin Kapısı dibindeki Bezirgân Hanı’ndan, içerisinde pek çok esnafı barındıran 1008 dükkânlı bir bedestenden de bahseder. Bu yapı, harap olduğu için 1900 tarihlerinde Diyarbekir Valisi Hâlid Bey tarafından tamir ettirilen, 800 dükkânlı ve “çarşû-yı kebîr” diye tavsif edilen bina olmalıdır. Bezirgân Hanı da Hüsrev Paşa’nın 1527-1528’de yaptırdığı binadır. Şehirde Gülşenî ve Nakşibendî tarikatları yaygındır. Gülşenî tarikatının kurucusu İbrâhim’in babası Âmidli olup kendisi de bu şehir yakınlarında doğmuş, 1533’te vefat etmiştir. XVII. yüzyıl ortalarında Âmid’de 146 saray ve pek çok hamam bulunduğu da verilen bilgiler arasındadır. Diyarbekir’in tarım mahsulleri yanında kuyumculuğu, kılıç, bıçak, hançer işçiliği, kırmızı bezi, “gülşeftâlû” sahtiyanı da meşhurdu. Aynı tarihlerde Diyarbekir’e gelen Tavernier kırmızı marokenlerinden övgüyle söz eder…”
(Kaynak https://islamansiklopedisi.org.tr/diyarbakir)

MEZOPOTAMYA’NIN BAŞKENTİ DİYARBAKIR’DA DİCLE IRMAĞI’NDAN ON GÖZLÜ KÖPRÜ’DEN www.devrialem.tv BELGESEL TADINDA CANLI YAYINDA

Dicle Nehri Nerede? Dicle Nehri Nereden Doğar, Nereye Dökülür ve Hangi Ülkelerden Geçer?

Dicle nehri Türkiye’nin neresindedir, Fırat nehriyle bütünleşerek tarihte mühim bir yere sahip olan Mezopotamya bölgesini oluşturmaktadır. Bu bölgede yer alan birçok medeniyet bu iki nehir aracılığıyla meydana çıkmıştır. Türkiye’den kaynağını alan akarsulardan birkaçı sularını diğer ülkelerin sınırları içerisinde olan denizlere dökmektedir. Dicle nehri hangi illerden geçer, nereden başlayıp nerede bitiyor gibi soruların yanıtları aşağıda yer almaktadır.

Dicle nehri Türkiye’nin neresindedir, Fırat nehriyle birleşerek tarihte mühim bir yere sahip olan Mezopotamya bölgesini meydana getirmektedir. Bu bölgede oluşan çoğu medeniyet bu iki nehir aracılığıyla meydana çıkmıştır. Bu nehirler geçtiği yerlerde sulamada aktif rol alıyorlar ve bu sayede tarımsal faaliyetler için önemli bir kaynak sağlıyorlar. Dicle nehri de bu nehirlerden bir tanesi olarak bilinmektedir. Dicle nehri nerede, tam olarak Türkiye’nin neresindedir sorularının cevapları aşağıda bulunmaktadır.

Dicle Nehri Nerede?

Dicle nehri nerede olduğundan kısaca bahsetmek gerekmektedir. Dicle nehri, Orta Doğuda bulunan en büyük nehirlerden bir tanesi olarak bilinmektedir. Bu nehir, Türkiye’den doğarak Irak topraklarında Fırat nehri ile bütünleşerek Şattülarap bölgesinde yer alan Basra körfezine dökülmektedir. Dicle nehri kaynağını Elazığ şehrinin dibinde bulunan Hazar gölünden almaktadır. Dicle nehri Türkiye, Irak, İran ve Suriye sınırlarında havzası olan bir nehir olarak akıllarda yer almaktadır. Dicle Nehri Nereden doğar nereye dökülür, hangi illerden geçer gibi sorular sıklıkla merak edilmektedir. Tüm bu sorular ve daha fazlası metin içerisinde yer almaktadır.

Dicle Nehri Nereden Doğar, Nereye Dökülür ve Hangi Ülkelerden Geçer?

Dicle nehri nereden başlayıp nerede bitiyor bundan bahsedelim. Dicle nehri Türkiye’de Elazığ ilinin Sivrice şehrinden doğar, Irak boyunca akar v Fırat’la birleşerek Şattülarap’ta Basra körfezine dökülür. Dicle nehrinin birkaç özelliğini saymak gerekirse şu şekilde sıralanmaktadır;

Dicle nehrinin rejimi, akarsuyu düzensiz olmasıyla bilinmektedir.
Akış hızı, debisi çok olan bir nehirdir.
Nehir enerji üretmeye yatkın bir nehirdir.
Kış mevsiminden sonra karlar eriyince Dicle nehrinin taşıdığı su haznesi çok daha fazla olmaktadır.
Dicle nehri, fırat nehrine göre daha çok su taşımaktadır.
Zengin tarımcılık olanağı sunmaktadır.
Dicle nehri ulaşım için çok elverişli olmayan bir nehirdir.
Mezopotamya’nın Fırat ile beraber en önemli iki nehrinden bir tanesidir.

PEYGAMBERLER DİYARI DİYARBAKIR EĞİL İLÇESİ PEYGAMBER TÜRBELERİNDEN www.devrialem.tv ve www.gebzegazetesi.com AN İTİBARİ İLE CANLI YAYINNDA

https://www.facebook.com/share/v/xou6Uc2MkpiSTvbK/?mibextid=WC7FNe

KÖPRÜLER ŞEHRİ DİYARBAKIR’DAN CANLI YAYIN

KÖPRÜLER KENTİ DİYARBAKIR’DA ON GÖZLÜ KÖPRÜDEN www.devrialem.tv BELGESEL TADINDA CANLI YAYINDA

Diyarbakır Malabadi (Batmansu) Köprüsü

Diyarbakır İli, Silvan İlçesi sınırları içindedir. Evliya Çelebiye göre bu köprü, Abbasiler dönemine ait bir mimari şaheserdir. Abbasi hanedanına mensup zengin bir tüccar, hayrat için köprüyü yaptırdığı seyahatnamede anlatılır. Ancak, Artuk Oğulları Beyliği dönemine ait olduğu ve Artuk’un torunlarından İlgazi oğlu Timurtaş tarafından 1147 yılında yaptırıldığı da söylenmektedir. Mostar köprüsünün ikizi olarak kabul edilir. Tek kemerli olan bu köprünün içine iki yoldan girilir. İçinde insanların dinlenmesi, yatması ve dış tehlikelerden korunması için odalar yapılmıştır. Ulaşımı sağlamakla birlikte birçok fonksiyonu olan bu sanat harikası köprünün, Diyarbakır’daki diğer eserler gibi meraklılar tarafından mutlaka görülmesi gerekir.

Dicle Köprüsü (On Gözlü Köprü)
Şehrin güneyinde, Mardin Kapısı dışında ve şehre 3 km. mesafededir. Köprünün bugün ayakta görülebilen kısımlarının 1065 tarihinde Mervaniler döneminde Übeyd oğlu Yusuf isimli bir mimar tarafından inşa edildiği üzerindeki kitabeden anlaşılmaktadır. Kesme bazalt taştan 10 gözlü olarak inşa edilmiştir.

Haburman Köprüsü
Çermik ilçesinin Haburman köyü civarındadır. Sinek Çayı üzerinde kurulmuş olan bu köprü ortadaki büyük ve sivri, yandakiler daha küçük ve yuvarlak olmak üzere üç gözlüdür. Üzerindeki kitabesinde 1179 tarihinde yaptırıldığı anlaşılmaktadır.

BELGESEL TADINDA TARİH KÜLTÜR VE VAKIFLAR ŞEHRİ DİYARBAKIR’DA DEVRİ ALEM

Güneydoğu Anadolu bölgesinde ter alan bir ilimiz. Doğuda Batman, kuzeydoğuda Muş, kuzeyde Bingöl ve Elazığ, batıda Malatya ve Adı- yaman, güneyde Şanlıurfa ve Mardin illeriyle çevrilidir. 37°30’ ve 38°43’ kuzey enlemleri ile 40°37’ ve 41°20’ doğu boylamları arasında yer alır. Güneydoğu Anadolu’nun Gaziantep’ten sonra ikinci gelişmiş şehridir.

DİYARBAKIR İLÇELERİ:

Bağlar, Bismil, Çermik, Çınar, Çüngüş, Dicle, Eğil, Ergani, Hani, Hazro, Kayapınar, Kocaköy, Kulp, Lice, Silvan, Sur, Yenişehir

ADI NEREDEN GELİR?

Diyarbakır bölgesinin en eski ismi Asur kaynaklarında Amid olarak geçmektedir. Diyarbekir ismi ise Arabistan’dan göç eden bir kabîleden ortaya çıkmıştır. Arabistan’dan gelen Bekr Kabilesi Dicle civarına yerleştiler. Bölgeye “Bekrlerin Diyârı” mânâsına gelen Diyâr-ı Bekr ismi verildi. Zamanla bu isim Diyarbekir olarak söylenmeye başlandı.1937 senesinde Bakanlar Kurulu karârıyla Diyarbakır olarak değiştirildi.

DİYARBAKIR TARİHİ

En eski medeniyetlerin kurulduğu “Me- zopotamya” ile “Anadolu” medeniyetlerinin geçiş bölgesinde olan Diyarbakır’ın târihi çok eski devirlere uzanır. Çayönü Tepesi kazıların- da, dünyanın en eski köyü bulunmuştur. Hitit İmparatorluğu’nun bir parçasıyken Hurri-Mi- tanni Krallığına dâhil olmuş, zaman zaman Babil ve Asuriler arasında (M.Ö.1400) el de- ğiştirmiştir.

Asurlular devrinde bölge valilik merkeziy- di. Daha sonra bölgeye Medler ve peşinden de Persler hâkim oldular. M.Ö. 4. asırda İskender, bu bölgeyi ve İran’ı Makedonya Krallığına kattı. İskender’in ölümünden sonra kısa bir müddet Selevkoslar paratorluğunun hâkimiyetinde kaldı. Tekrar târih sahnesine çıkan Partlar, böl- geyi ele geçirdiler.

Mîlâttan sonra bir ve ikinci asırlarda bu bölge için Romalılar ve Partlar arasında çok kanlı savaşlar oldu. Romalılar bölgeye hâkim oldular. M.S. 395 senesinde Roma İmparator- luğu parçalanınca, Anadolu gibi bu bölge de Doğru Roma (Bizans) payına düştü. Partla- rın halefi olan Sâsânîler, bölgede, hâkimiyet mücâdelesini devâm ettirdiler.

Hazret-i Ömer’in halifeliği zamanında İran (Acem-Sasani) İmparatorluğuna son ve- rildi. 639 senesinde hazret-i Ömer’in emri ile İyaz ibni Ganem kumandasındaki İslâm or- dusu Diyarbakır (Amid)ı ve çevresini fethetti. Bu İslâm ordusunun kumandanlarından olan Hâlid bin Velid, Amid’e (Diyarbakır’a) ilk giren komutandı. Muhâsarada oğlu Süleymân ile sahâbelerden hazret-i Sâsaa şehid oldular. Diyarbakır bir eyâlet olarak İslâm devletine bağlandı. 869 senesinde Emir Îsâ, Abbâsî halîfelerinin umûmî vâlisi olarak tâyin edildi. Fakat Emir Îsâ, halîfeye bağlı olarak bağımsız- lık ilan etti. 869-899 arasında 30 sene Şeyhiler Hanedanı olarak Emir İsa, Emir Ahmed ve Emir Muhammed bölgede hüküm sürdüler.

Halîfe Mütazıd, Amid’e gelip Şeyhiler Hânedânını ortadan kaldırdı. Bir müddet bu bölgeye Hamdânîler hâkim oldularsa da, 990 senesinde bölgeye hâkim olan Mervânîler, 1096 senesine kadar saltanat sürdü. Alpars- lan 1071 Malazgirt Zaferinden bir sene önce Diyarbakır’a geldi. Mervânîler, Selçuklula- ra tâbi oldu. Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra bölge, Suriye Selçuklularına kaldı. Bir süre sonra da Diyarbakır ve havalisine İna- loğulları hâkim oldular. 1138’den sonra Vezir Emir Nisan idareyi ele geçirdi. Selahaddin Eyyûbî,1183’te Diyarbakır’ı aldı ve Hısn Keyfa Emiri Artuklu Nûreddîn’e verdi. Artuklular 1232 senesine kadar hüküm sürdüler. 1232’de Eyyûbî Sultânı Melik Kâmil Diyarbakır’ı ele geçirerek Artukoğullarına son verdi. 1240’ta Anadolu Selçukluları Diyarbakır’ı aldılar.

Eyyûbî Emiri Melik Kâmil, 1258’de Diyarbakır’ı Selçuklulardan geri aldı. 1259’da şehir, İlhanlılara geçti. İlhanlılar, bölgeyi Ar- tukoğullarına bıraktılar. 1401’de Timur Han, Diyarbakır’ı Akkoyunlu Karayülük Osman Be- ye verdi. Karayülük Osman Bey Akkoyunlu Devleti başşehrini Diyarbakır yaptı. Uzun Ha- san, başkenti Tebriz’e götürdü. İran Safevî Sultanı Şah İsmâil, 1507’de Akkoyunlu Devle- tini ortadan kaldırarak Diyarbakır’ı ele geçirdi.

1507-1515 arasında Türk-Memlûk- Mısır-Suriye-İran-Safevî arasında bu bölge için mücâdele devâm etti. Fakat halkın ço- ğunluğunu Türkler teşkil ediyordu. Osmanlı hükümdarı Yavuz Sultan Selim Han, 1515’te Diyarbakır’ı ve bütün Güneydoğu Anadolu’yu Osmanlı Devleti topraklarına kattı. O târihten bu yana hiç istilâ görmedi.Osmanlı devrinde Diyarbakır eyalet (beylerbeylik) idi. Kendisi- ne bağlı 24 sancağı (vilâyeti) bulunuyordu. Bu eyâletin kapladığı alanda bugün Diyarbakır, E- lazığ, Siirt (Kığı hâriç), Bingöl, Mardin, Tunceli ve (Birecik hariç) Şanlıurfa bulunmaktadır.

DİYARBAKIR KALESİ

5.500 metre uzunluğundaki surları ile Dün- yada Çin Seddi’nden sonraki en uzun ve en korunmuş şehir surlarına sahip Diyarbakır Ka- lesi ortaçağ havası yaşatmaktadır. Diyarbakır Surları, UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine alınmıştır.
Kalenin ilk bölümlerinin Hurriler döneminde yapıldığı kabul edilmektedir. 349 yılında Roma İmp. II. Constantinus döneminde kentin çevresi surlarla çevrilmiş, kale güçlendirilmiştir. Kesme bazalt taşından yapılmıştır. Artuklu, Akkoyunlu, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde defalarca onarılmıştır. Dış kale ve iç kale olmak üzere iki bölümdür. 82 burçlu dış kale surlarının uzunluğu 5 km.’yi bulur. Dört kapısı vardır. Dört kapılı iç kale ise Kanun Sultan Süleyman döne- minde surla çevrilmiştir.

ULU CAMİİ

Anadolu ‘nun en eski camisidir. 639 yılında Diyarbakır’a egemen olan Müslüman Araplar tarafından şehrin merkezindeki en büyük ma- bedin (Martoma Kilisesi) camiye çevrilmesiyle oluşturulmuştur. Daha sonra 1091 yılında Büyük Selçuklu Hükümdarı Melikşah’ın buyruğu ile bü- yük bir onarım gördüğünü, değişik dönemlerde birçok kez onarım ve eklentilerle bugünkü şeklini aldığını kitabelerinden öğrenmekteyiz. Erken islam döneminin ünlü Şam Emeviye Cami’nin (benzerliklerden dolayı) Anadolu’ya yansıması olarak yorumlanan Diyarbakır Ulu Camii, İslam aleminin 5. Harem-i Şerifi olarak kabul edilmektedir.

Ortadaki büyük avlunun doğu ve batısında yer alan maksureleri, güneyinde Hanifiler Camii, kuzeyindeki Şafiiler Camii ve Mesudiye Medre- sesi ve Caminin batı girişinin hemen yakınındaki Zinciriye Medresesi ile dinsel ve kültürel yapıları biraraya getiren bir yapılar grubu niteliğindedir.

Ulu Cami’nin avlu cephelerinde farklı dönemlere ait Mimari bezekler, kabartma ve yazıtlar büyük bir uyum içerisinde yerleştirilmişlerdir. Ki bu da bize sanatın birbiri üzerine eklenerek geliştiği bu yapıda inançların ve hoşgörününde uyum içerisinde geliştiğini ve gelişebileceğini kanıtlar gibidir.

DİCLE KÖPRÜSÜ (SİLVAN KÖPRÜSÜ)

On Gözlü Köprü olarak da bilinir. Diyarbakır’ın eski Silvan yolu üzerinde, Kırklar Dağı’nın e- teğindedir. Kentin kuruluşu ve gelişmesiyle ilgili olabilecek bir geçmişi bulunan köprü bugünde aynı hizmeti yapmaktadır.
Köprü, yazıtından anlaşılacağı üzere Mervanoğlu devrinde Diyar- bakır hükümdarı Nizamüddevle Nasr tarafından H.457 (M. 1065) tarihinde yaptırılmıştır.

Dicle Nehri Diyarbakırlılar için kutsal sayılır ve “Allah’a giden yol” olduğuna inanılır. Bu inançtaki Diyarbakır’lı kadın ve genç kızlar her yıl Kurban Bayramı akşamı Dicle Köprüsü üzerinde toplanır daha önceden hazırladıkları yazılı dilekçelerini dualar okuyarak nehire atarlar. Böylece dileklerinin kabul olacağına inanırlar.

DİYARBAKIR MALABADİ (BATMANSU) KÖPRÜSÜ

Diyarbakır İli, Silvan İlçesi sınırları içindedir. Seyahatna- mede “Bu köprünün, Abbasiler dönemine ait olduğu, Abbasi hanedanına mensup zengin bir tüccar tarafından yaptırıldığı anlatılır. Ancak, Artuk Oğulları Beyliği dönemine ait olduğu ve Artuk’un torunlarından İlgazi oğlu Timurtaş tarafından 1147 yı- lında yaptırıldığı da söylenmektedir. Mostar köprüsünün ikizi olarak kabul edilir. Tek kemerli olan bu köprünün içine iki yol- dan girilir. İçinde insanların dinlenmesi, yatması ve dış tehlike- lerden korunması için odalar yapılmıştır.

SİLVAN EVLERİ

Bunların yanında Diyarbakırla yaşıt bir geç- mişe sahip olan Silvan ilçesinde de sivil mima- rinin güzel örnekleri dikkat çekmektedir.Bunlar Sadık bey Kasrı, Azizoğlu Konağı, Bedri bey konağı, Gazi İlk Okulu binası, Silvan Müzesi, Ha- san Bey Konağı ve Ali Ağa Köşküdür.Silvan evle- rindeki mimari tarz, Midyat ve Mardin mimarisine yakın olup aynı renk taş kullanılmıştır. Atatürk Silvan’da kaldığı dönemde Sadık bey kasrı ve silvan müzesinde kalmıştır. Türk İslam mimarisi- nin özelliklerini taşıyan Diyarbakır Sokakları ve Evleri, son 20-30 yılda sur içindeki düzensiz ya- pılaşma sonucu yıkılmaya ve kaybolmaya başla- mıştır. Ancak son yıllarda artan koruma bilinci ve çabaları ile tipik evler yaşatılabilmektedir.

DİYARBAKIR EVLERİ

Diyarbakır sokaklarının ve de evlerinin şekil- lenmesinde surlar önemli bir rol oynar. Kentin ge- nişlemesini sınırladığı için sur içinde yoğunlaşma artmış, evler birbirine bitişmiş, sokaklar daralmış- tır. Bu da gölgelik alanların çoğalmasını, serinli- ğin artmasını sağlamıştır. Bu tür bir sıkışıklık so- kakların şekillenmesinde bazı durumlar yaratmış ve mahremiyeti sağlamak için evler sokaklardan yüksek duvarlarla ayrılmıştır. Bazen parke taş döşeli eski Diyarbakır sokaklarında sürekli akan çeşmeler, sokaklara temizlik ve canlılık katardı.

Diyarbakır’ın geleneksel kültür mirası en az beş bin yıllık geçmişe sahip olan Diyarbakır’ın evleri de binlerce yıllık bir tecrübe sonucu geli- şerek şehrin tarihi kimliğine ve iklim şartlarına en uygun duruma gelmiş, malzemenin de etkisiyle kendine özgü karakteristik özellikler taşıyan bir mimari doğmuştur.

Dışa kapalı olan evlere hep aynı örnekte ya- pılmış mütevazı bir kapıdan girilir. Bu kapıyla ge- nellikle küçük bir holden geç ilerek avluya girilir. Avlu evin harimi durumundadır. Bu nedenle dı- şarıdan avlu, avludan dışarısı gözükmez. Ren- garenk gül vesaire çiçekleri, havuz ve şadırvan- larıyla Diyarbakır evlerinin avluları hayatiyet du- ludur. Kara renkli bazalt örgülü duvarları “Cıs” adı verilen beyaz renkli bezemelerle, pencere ve eyvan boşlukları ile hafifler ve zengin, zarif motifli pencere ve gezmek parmaklıkları ile tamamlanır.

Diyarbakır ev planının şekillenmesinde en önemli etken iklim olduğu için evlerde yazlık, kış- lık ve mevsimlik bölümlerle karşılaşırız. Bütün bu bölümler evin merkezini oluşturan avlunun dört etrafını çevreler. Harem ve Selamlık olmak üzere iki bölümden oluşan Diyarbakır evlerine en güzel örnek olarak Cemil Paşa Konağı, İskender Paşa Konağı, Cahit Sıtkı Tarancı Evi, Ziya Gökalp Evi, Esma Ocak Evini verebiliriz.

KÜLTÜRÜ

Elbiseler çok renklidir. Atlas, canfes ve diba gibi kumaşlardan yapılır. Entari üstüne işlemeli hırka giyilir. Başlıklarda kullanılan gümüş tepelikler köyden köye değişir. Erkekler entari, şalvar, kuşak, şal, işlik ve yelek giyerler. Başa külah giyi- lir veya puşu sarılır.

Mahallî yemekler: Meftune, çiğ köfte, duvak- lı pilav, lebeni ve nariye tatlısıdır. Yemekler bol etli, çok yağlı, baharatlı ve acı olur. Diyarbakır’ın masal ve efsâneleri, mânileri, halk edebiyatı, a- ğıtları, türkü ve uzun havaları ve halk oyunları çok zengindir. Ünlü halk şâirleri yetişmiştir. Meş- hur oyunları: Keşev, delile, halay, harrani, mey- remo, poppori, tehayat, dunik, çaçan ve çapiktir.

İrilikleri itibariyle dünyaca meşhur olan Di- yarbakır Karpuzları yuvarlak-oval şekilli, alacalı karpuzlar sınıfına girmektedir. Diyarbakır Karpuzu coğrafi işaretlidir.

GÜNEYDOĞU ANADOLU BÖLGESİNDE VAKIF MEDENİYETİ TARİHİ İLE İLGİLİ BELGESEL ÇEKİMLERİMİZE ALLAH İÇİN TÜM MALINI VAKIF EDEN VE İLK VAKIF KURAN URFA İBRAHİM PEYGAMBER MAKAMINDA CANLI YAYINLA NOKTA KOYUYORUZ

ŞANLIURFA İBRAHİM PEYGAMBER MAKAMI’NDAN www.devrialem.tv ve www.gebzegazetesi.com AN İTİBARİ İLE CANLI YAYINDA

https://www.facebook.com/share/v/SVpZTie6qQcMeCH6/?mibextid=WC7FNe

ILI SU BARAJ SUYU ALTINDA KALAN YENİ HASANKEYF’DEN CANLI YAYIN

https://www.facebook.com/story.php?story_fbid=353851370479236&id=100038356404310&mibextid=WC7FNe

HASANKEYF’DE VAKIF MEDENİYETİ İLE İLGİLİ YAPILAN ARAŞTIRMA

Hasankeyf ve çevresi, Hz. Ömer’in halifeliği sırasında İyâz b. Ganm’ın kumandasındaki İslâm ordusu tarafından fethedildi (19/640). Kaynaklarda, şehrin fetihten X. yüzyıla kadar uzanan tarihi hakkında bilgi yoktur. Bu yüzyılda meşhur coğrafyacı Makdisî, Hasankeyf’in müstahkem bir kalesiyle çok sayıda kilisesinin bulunduğunu ve çarşıları, hanları, taştan ve tuğladan yapılmış evleriyle güzel bir şehir olduğunu söyler (Aḥsenü’t-teḳāsîm, s. 141). Yüzyılın başlarında Abbâsî halifeliğinin siyasî gücü azalmış, Irak bölgesinin önemli bir kısmı Hamdânîler’in kontrolüne girmişti. Bizans kuvvetleri, İmparator I. Romanos Lekapenos döneminde (920-944) Hamdânî Emîri Seyfüddevle’nin Bağdat’a müdahalesinden faydalanıp Hasankeyf’e yakın yerleri ele geçirdiler (931); Bizans saldırıları XI. yüzyılda da sürdü. Güneyde ise Hamdânîler’in zayıflamasını ve Büveyhîler’in kuvvetlenerek Bağdat’a yönelmesini fırsat bilen Mervânîler Musul ve Diyarbekir ile birlikte Hasankeyf’i de zaptettiler. Ancak Mervânî döneminde şehir ve yöresi Türkmen beylerinin nüfuzu altına girmeye başladı. 1043’ten sonra Boğa, Anasıoğlu ve Göktaş’ın idaresindeki Türkmenler Musul-Diyarbekir arasına hâkim oldular; Tuğrul Bey de bu bölgeyi adı geçen beylere iktâ etti (Sümer, s. 96). 1071’den sonra Bizans’ın Anadolu’daki siyasî varlığının çöküşünün ardından Türkmen boylarının bu topraklara göçleri sırasında Hasankeyf’in çevresine ayrıca Yıva, Döğer ve Kayı boyu mensupları da yerleştiler. Nihayet Sultan Melikşah zamanında Selçuklular Mervânî hâkimiyetine son verip bölgedeki diğer şehirlerle birlikte burayı da aldılar (1085).

Musul Emîri Kürboğa’nın ölümü üzerine (495/1102) Musul eşrafı, şehrin valiliği için Emîr Karaca’ya karşı Kürboğa’nın Hasankeyf nâibi Türkmen Mûsâ’yı destekleyip şehirlerine davet ettiler. Ancak Cizre Emîri Çökürmüş karşı saldırıya geçince Mûsâ, Sökmen b. Artuk’tan yardım istedi ve karşılığında kendisine 10.000 dinarla birlikte Hasankeyf’i vermeyi vaad etti. Sökmen’in desteğiyle Çökürmüş’ü bozguna uğratan Mûsâ kısa bir süre sonra öldürülünce Sökmen Hasankeyf’e gidip şehri teslim aldı; böylece burada Artuklular’ın Hısnıkeyfâ kolu kurulmuş oldu (495/1102). Urfa Kontu Baudouin du Bourg ile Tel Bâşir Kontu Josselin, Harran Savaşı’nda (9 Şâban 497/7 Mayıs 1104) Sökmen b. Artuk ve Çökürmüş tarafından esir alınmış ve Sökmen Josselin’i Hasankeyf’e götürerek hapsetmiştir (Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s. 224). Artuklu Emîri Dâvud zamanında Urfa Kontu Josselin de Courtenay Âmid yakınlarına kadar gelmiş, ancak geri püskürtülmüştü (1129). Dâvud’un yerine geçen oğlu Fahreddin Karaarslan, İmâdüddin Zengî’ye karşı Anadolu Selçuklu Sultanı I. Mesud ile ittifak yaptı. Meşhur tarihçi İbnü’l-Ezrak el-Fârikī, Muharrem 562’de (Kasım 1166) kendisinin Hasankeyf nâzırlığına tayin edildiğini ve bu sırada Emîr Çubuk’un soyundan bir cemaatin de Fahreddin Karaarslan’ın oğullarının hizmetinde olduğunu söylemektedir (Târîḫu Meyyâfâriḳīn, s. 213). Emîr Nûreddin Muhammed, Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin hizmetine girdi. Daha sonraki emîrlerden Nâsırüddin Mahmud da sırasıyla Eyyûbîler’e, Anadolu Selçukluları’na ve sonra tekrar Eyyûbîler’e tâbi oldu (1220). Hasankeyf Artukluları’nın son emîri Mesud zamanında, Eyyûbî Hükümdarı el-Melikü’l-Kâmil Nâsırüddin Muhammed önce Âmid’i, daha sonra Hasankeyf’i zaptederek Artuklular’ın buradaki hâkimiyetine son verdi.

Hasankeyf’in Kısa Tarihi

Hasankeyf’in Türk-İslam tarihi ve medeniyeti açısından önemli bir yeri vardır. ‘Hısnıkeyfa’olarak anılan bu şehir, ‘Kaya Kale’ şeklinde tercüme edilebilir. Çeşitli kaynaklarda her kavmin kendi dilinde farklı telaffuz edildiği bu kelime, ‘korunmaya müsait’ anlamına gelmektedir. Kale yekpare taş kitlenin oyulması suretiyle oluşturulmuştur.

Hasankeyf tarih ve doğanın barışık olduğu bir yerdir. Hasankeyf’in Türk İslam Tarihi ve Medeniyeti açısından önemli bir yeri vardır. Hısn Keyfa olan bu şehrin adı ‘Kaya Hisarı’ şeklinde tercüme edilir. M. Streck’in belirttiğine göre Hısn Keyfa adının muhtemel olarak Asurca olduğu, ‘Kipani’ kelimesinden geldiğini iddia etmektedir. Eski tarih ve kavimlerde bu tür kelimelerin anlamı ‘korunmaya müsait’ yer anlamına geldiği belirtilmektedir. Kale’nin yekpare taştan olmasından dolayı buraya Süryanice’de Kayataş manasına gelen ‘Kifa’ kelimesinden geldiğini, Roma tarihçileriyse buraya ‘Kipas veya Cepha’dendiğini ifade etmişlerdir.

Hasankeyf’in ne zaman kurulduğu konusu, eldeki bilgi ve belgelerin yeterli olmaması nedeniyle şimdiye kadar karanlıkta kalmıştır. Kuruluşu hakkındaki görüşler bir ihtimal olmaktan öteye gitmemiştir. Şehrin jeolojik yapısı ile mesken olarak kullanılan çok sayıdaki kayalara oyulmuş konutları (mağaralar) Hasankeyf’in Urartu dönemine kadar uzanan bir yerleşim merkezi olduğunu göstermektedir.

Hasankeyf, Diyarbakır, Cizre şehirleri arasında önemli bir kara ve su yolu güzergâhında olup, savaşların olması ve ticaret yollarının buradan geçmesi bir yerde Hasankeyf’i kültürlerin kavşak noktası haline getirmiştir. İran ve İç Asya Kültürleri, Doğu Akdeniz, Mezopotamya, Roma ve Bizans kültürlerini barındırdığından, Romalılar, İran sınırını denetim altında tutabilmek için Hasankeyf’e kale inşaa etmişlerdir. Miladi III. Asırda İranlılar Mezopotamya’yı ele geçirince Roma İmparatoru Diyokletion harakete geçerek, bütün Mezopotamya ve Dicle Nehrinin doğusundaki bütün yerleri aldı. M.S. 363 yılında Hasankey’in Bizanslıların denetiminde olduğu ve 451 yılında Bizanslıların yaptırdıkları kale ve korunma amaçlı yapıtları ile şehrin denetimine müslümanlar tarafından feth edilene kadar sahip olmuşlardır.

Hicri 17. yılda Hasankeyf İslam Orduları tarafından ele geçirilmiştir. Sırasıyla Emeviler ve Abbasiler döneminden sonra, Hamdaniler (906-990),Mervaniler (990-1096) denetiminde kalarak daha sonra Artukoğularının eline geçmiştir. Artuklular, Türkmen sülalesinden olup,Hasankeyf’e en parlak dönemi yaşatmışlardır. Artukoğulları Hasankeyf ile beraber Diyarbakır, Mardin ve Harput’ta hüküm sürmüşlerdir. Seçuklu Sultanı Alparslan ve Melikşah gibi değerli devlet adamlarının, ileri gelen komutanlarından Emir Artuk, 1071 Malazgirt Savaşından sonra bölgeyi Selçukluların hakimiyetine katarak Selçuklulara önemli bir katkıda bulunmuştur. Artuk oğlu Sökmen 1101 yılında Hasankeyf’i ele geçirip burada önemli tarihi ve mimari eserler yaptırmıştır. Böylece devlet idaresinde yeniden bir yapılanmaya gidilmiştir. Göçebelik hayatından yerleşik sisteme geçilmiştir. Yönetimin halk kitlelerine dayanması, Artuklulara bağlı bölgelerde yarı müstakil bir hükümranlık anlayışıyla divanlar oluşturulmuştur.

Haçlı akımlarına rağmen ilim, sanat ve kültürel sahada hiçbir gevşeme gösterilmemiş olup, büyük çalışmalar yapılmıştır. Darphaneler kurulup devletin iktisadi yapısı hep canlı tutulmuştur. İlime ve ilim adamlarına büyük önem verilmiş, Hasankeyf şehir kalesine su getirilerek önemli bir teknik deha yaratılmıştır. Mekanik alanda kitaplar yazılmış, makineler, pompalar, fıskiyeler, su terazileri ve musiki aletleri yapılmıştır. 1232 yılında Eyyübi Sultanı El-Kamil El-Malik tarafından Hasankeyf ele geçirilmiştir. Ortaçağın ve şarkın en kuvvetli devletlerinden olan Eyyübiler, Mısır, Suriye ve Yemen’de hüküm sürmüşlerdir. Böylece Eyyübi Hükümdarlarının şehri ele geçirmeleri ile birlikte 130 senelik Artukoğulları dönemi sona ermiştir. Selahaddin’i Eyyübiden sonra Eyyübiler bir çok emirliklere ayrılmış Hasankeyf Eyyübi Hükümranlığı da bunlardan biridir. Eyyübiler çok önemli eserler yaptırmış, ilim, sanat ve kültürel alanda miraslar bırakmışlardır. Özellikle mimari sahada faaliyet gösteren Eyyübilerin, bir prensliği gibi Hasankeyf Eyyübileri diye tarihte yer edinmiştir. Moğollar burayı ele geçirerek yağma ve tahrip etmişlerdir. Bu tahrip ve yağma çok ağır olmuş, Hasankeyf bir daha eski özelliğini ve halini bulamamıştır.

Eyyübiler’den sonra Hasankeyf’e Akkoyunlular hakim oldu. 15. y.y. başına kadar hüküm sürdüler. 1473 yılında Uzun Hasan ve Fatih Sultan Mehmet arasında yapılan Otlukbeli Savaşında Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey şehit olmuş ve Hasankeyf’te Dicle Nehri kenarında gömülmüştür. Akkoyunlular’dan sonra Hasankeyf İran Safavilerinin hâkimiyetine geçmiştir. 1515 tarihinde Yavuz Sultan Selim’in Doğu Seferi ile birlikte Hasankeyf Osmanlı egemenliğine geçmiştir. Bu dönemde Hasankeyf çevredeki aşiretleri idare eden merkezi bir hanedanlık konumunda olup, buna paralel olarak iktisadi ve ticari yapıda büyük bir gelişme göstermiştir. Bu dönemde şehir nüfusunun 10.000 civarında olması ise Hasankeyf’in büyük bir yerleşim merkezi olduğunu gösterir. Ortaçağ tarihi ve yapıtlarından anlaşıldığı üzere, insanlar yazları serin kışları sıcak ve ortaçağ şartlarında modern ev hayatlarını sürdürdükleri anlaşılmaktadır. Hasankeyf’te kültür ve uygarlıkların kaynaştığı, tarihte ilk bağımsız, Doğu Hindistan Cemaatlerinden birinin burada yerleştiği, ayrıca Yahudilerin burayı önemli bir yerleşim birimi olarak gördükleri,bu tür sosyal karmaşaların aydınlatılması ihtiyacı ise bölgede bir İslami Rönesans oluşumuna sebep olmuştur.

Katip Çelebi evvelce buraya Ras’algül dendiğini, Kadıköy veya Kefa olarak anıldığını, tarihçi Taylor’a göre Arap litaretüründe Sebat ve Aghval yani birbirinden ayrı yedi dar ve derin vadinin kenarlarından, bir merkeze doğru uzanmış ve mağaralardan dolayı bu ismi aldığı belirtilmektedir.

Hasankeyf İlçesi Yurdumuzun Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Batman İline bağlı, Dicle Nehrinin doğu kıyısında yer almaktadır. Güneyinde Güneydoğu Midyat Dağları, Kuzeyinde ise Petrol Mahzeni Raman Dağları bulunmaktadır. İlçe Merkezi Batman İl merkezine 37 km. mesafede olup, ortaçağ dünyasının kültür, ticaret ve siyaset odaklarının bütünleştiği, ihtişamlı ve gizemli bir antik kenttir.1926’da Gercüş ilçesine bağlanan Hasankeyf, Batman’ın 1990 yılında il yapılması üzerine ilçe olarak Batman’a bağlanmıştır.

BELGESEL TADINDA MARDİN’DE TARİH KÜLTÜR MİRASI VAKIF MEDENİYETİ TURU

İlim Kültür Tarih Araştırmaları Merkezi www.iktav.com olarak tarih kültür mirası vakıf medeniyeti ile ilgili araştırmalar yapıp Devri Alem belgesel TV programı www.devrialem.tv olarak belgeseller çekimlerimize Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde devam ediyoruz.

www.iktav.com kültür hizmeti olarak 20-23 nisan 2024 tarihleri arasında Şanlıurfa, Mardin, Batman ve Diyarbakır bölgesinde tarih ve kültür mirası vakıf medeniyetimize yönelik araştırmalar yapıp belgesel çekimlerimizin şimdiki durağı
Mardindeyiz.

30 yıldan beri birçok TV kanalında yayınlanan belgeselcilik de marka haline gelen devri alem belgeselleri çekecek www.gebzegazetesi.com da belgeselcinin not defterinde yayınlayacağız.

Belgesel Tadında Medeniyetler Beşiği Mardinde Devri Alem belgesel Program farki ile Canlı Yayın

Hüznü safran sarısı bir tülbent gibi başına bağlamış kentlerden Mardin. Gökyüzünün bir basamak altına kurulmuş bir kale, o kalenin etrafında boy atıp sürgün vermiş bir yerleşim yeri. Asırlardır birçok medeniyeti emziren toprakları kimi zaman sevginin sıcaklığıyla kimi zaman da savaşın soğukluğuyla çatlasa da halâ Mezopotamya’nın bereket akan oluklarından. www.devrialem.tv ve www.gebzegazetesi.com canlı yayın

Yaşadığınız, gezdiğiniz, bildiğiniz tüm şehirleri unutun. Mardin misafirlerine şiirsel bir coğrafyanın kapılarını aralıyor. Bu kapılardan girdiğinizde sizi Arapça, Türkçe, Kürtçe, Süryanice hoş geldinler karşılıyor. Farklılıkların çatışmadığı aksine sokaklarında kol kola girip kardeşlik türküleri söylediği ender şehirlerden.

Arnavut kaldırımlı, dar ve kıvrımlı sokakları adımlarken hiç bilmediğiniz fakat bir o kadar da tanıdık bir atmosferin içine çekileceksiniz. Çarşıda yürürken zanaatların belki de son ustalarının dükkanlarının önünden geçeceksiniz.

Düzenli bir yerleşime sahip olduğundan şehirde gezilecek yerler çoğunlukla birbirine yakın. Bu sebepten çoğu yere yürüyerek gitmek de mümkün.

Mardin’de Gezilecek Yerler

Mardin Ulu Camii

Mardin’in simgelerinden olan cami avlu, şadırvan ve Sakal-ı Şerif olmak üzere 3 bölümden oluşuyor. Artuklular tarafından inşa edilmiş cami aynı zamanda şehrin en eski camisi unvanına da sahip.

Zinciriye Medresesi

Artuklular tarafından yapılmış medrese yapıldığı konum itibariyle döneminde rasathane olarak da kullanılmış.

Şehrin en yüksek bölgelerinde yer alan medreseye ulaşmak biraz zor olsa da ulaşıldığında karşılaşılan uçsuz bucaksız Mezopotamya manzarası bu zorluğa değiyor.

Kasımiye Medresesi Mardin

Dilimli kubbeleriyle ihtişamlı bir görüntüye sahip olan yapı mimarlarının aynı olmasından dolayı Zinciriye Medresesi ile benzer bir görünüme sahip.

Avlusunda bulunan havuz İslam’daki su ve insan ilişkisini şiirsel bir biçimde anlatıyor. Çeşmedeki suyun çıkış noktası doğumu, döküldüğü kısım çocukluk ve gençliği ve ardından gelen ince uzun ark da olgunluğu ve yaşlılığı simgeliyor.

Buradan akan su başka bir havuzda birikiyor ve bu havuz da ölümü sembolize ediyor. Hatta rivayet odur ki öğrenciler geceleri bu havuza yansıyan yıldızlar üzerinde çalışırlarmış.

Ayrıca medresenin içinde bulunan odaların kapıları yaklaşık bir buçuk metre boyunda. Kapıların bu kadar alçak yapılmasının sebebi ise kapıdan giren kişinin eğilerek içerdeki Kuran ve ilme saygı göstermesi

Deyrulzafaran Manastırı Mardin

Manastır inşasında harcına yörede yetişen safran çiçeklerinin eklenmesinden dolayı bu adı almış. Manastırın altında yaklaşın 4500 yıllık olduğu tahmin edilen bir de güneş tapınağı bulunuyor.

Manastır içerisinde Süryani patriklerinin kabirleri de bulunuyor. Manastır hem Süryaniler hem de Hristiyanlar için hala önemli bir dini merkez.

Bahar ve yaz aylarında manastırın terasından seyredeceğiniz manzara ise insanın ömrünü uzatacak cinsten.

Dara Antik Kenti Mardin

Keşfedileli henüz 8 yıl olsa da mazisi çok eskilere dayanan bu antik kent bir zamanlar Roma’ya başkentlik yapmış.

Kazı çalışmalarının olanca hızıyla devam ettiği alanda vurulan her kazma geçmişin üzerinden bir örtüyü daha kaldırıyor.

Persler ve Romalılar arasındaki büyük savaşlardan sonra Perslerin galip gelmesiyle Romalılar kenti terk etmiş.

Geçen yıl bulunan 4000 kişilik bir toplu mezarın da bu savaşlarda ölen Roma askerlerine ait olduğu düşünülüyor.

Mardin Müzesi

Patrikhane olarak inşa edilen müze bugün antik çağlardan Osmanlı’ya uzanan çok geniş bir kültür mozaiğine ev sahipliği yapıyor.

Seramikler, heykeller, tabletler, takılar, mühürler, sikkeler ve daha birçok tarihi materyale ev sahipliği yapan müzeyi ziyaret edince Mardin’in sahip olduğu tarihi ve kültürel zenginliği daha iyi anlama fırsatınız oluyor.

Mardin’de Yapılacak Aktiviteler
Tarihin ve kültürün iç içe olduğu Mezopotamya’nın en büyük kızı olan Mardin’de yapılacak en güzel aktivite fotoğraf makinenizi alıp sarı taşlı kıvrımlı sokaklarda kaybolmak.

Şehrin insanın sıcaklığı ve içtenliği kadrajınıza alabileceğiniz en güzel karelerden olacak. Öte yandan Ulu Cami ve Zinciriye Medresesi’ne çıkıp bereketli ovaların bütün renklerini içinize çekmeden Mardin’den dönmeyin.

MARDİN KASİMİYE MEDRESESİNDEN CANLI YAYIN

Kasımiye Medresesi Anadolu’da kurulan ilk Vakıf eserleri arasında sayılmakta. Günümüze kadar mükemmel yapısıyla ayakta kalabilen medresenin yapımına Artuklu Dönemi’nde başlanmış ve Akkoyunlu Hükümdarı Cihangiroğlu Kasım Padişah döneminde 1457-1502 yıllarında tamamlanmıştır. www.devrialem.tv ve www.gebzegazetesi.com olarak kasimiye medresenden canlı yayın yapıyoruz.

KASİMİYE MEDRESESİ

İki katlı, kubbeli, tek ve açık avlulu medresenin inşasında düzgün kesme taş kullanılmıştır. Plan özellikleri, taş işçiliği ve süsleme motifleri bakımından ilgi çeken yapı, cami ve türbe ile birlikte külliye içerisinde yer almaktadır. Medresenin avlusunda bir çeşme ve büyükçe bir havuz bulunmaktadır. Güneyde ovaya açık bir cepheye sahip olan medrese, Mardin yapılarının en büyüklerindendir. Açık medrese tipinde, tek bir avlu etrafında düzenlenmiş, iki katlı ve tek eyvanlıdır. Kesme taş ve tuğlalardan yapılmıştır.

Güney cephesinden, bir taç kapının bağladığı beşik tonozlu bir koridordan geçilerek girilir. Batısında diğer kısımlarla girişi aynı olan, bağımsız bir mescit mekânı vardır. Doğuda iki kat boyunca yükselen camisi mevcuttur. Portalden girilen revaklı büyük avlunun etrafında, iki kat üzerine revaklar arasına dizilmiş hücrelerden oluşmaktadır. Avlunun kuzeyinde, ikinci katı da kesen büyük eyvan ve onun önünde bir havuz mevcuttur. Burası tek başına bir medrese olarak değil bir külliye gibi düşünülmüş olmalıdır. Yanında bulunan zaviye-türbe bunun kanıtıdır.

Kasımiye Medresesi Nerede?

Kasımiye Medresesi’ne Mardin’in güneybatısındaki Mardin Şehir Stadyumunu geçtikten sonra İtfaiye garajından sağa sapılarak 250 metre gidildikten sonra ulaşılabilirsiniz.

Kaynak: Mardin Valiliği, “Kent Haritası ve Şehir Planı”, 2013

MARDİN ŞEYHMUSA TÜRBESİNDEN CANLI YAYIN

SULTAN Şeyhmus, Mardin’in en büyük velîlerindendir. Mardin’de doğmuştur. Şeyh Musa, yöre halkının kullandığı ismiyle “Sultan Şeyhmus” Mardin’in en büyük velîlerindendir. İsmi Mûsâ bin Mâhîn ez-Zûhî’dir. 1077 yılında Mardin’de doğmuş, 1164 yılında yine Mardin’de vefat etmiştir. Türbesi Mardin yolu www.devrialem.tv ve www.gebzegazetesi.com olarak türbeyi ziyaret ederek canlı yayın gerçekleştirdik

Sultan Şeyhmus, büyük islam alimlerinden Abdülkâdir-i Geylânî’nin talebelerindendir. Hocası, onun yetişip, büyük bir velî olacağını önceden müjdeledi ve; ‘Ey Bağdât halkı, yakında öyle biri gelecek, öyle bir güneş doğacak ki, öyle birisi daha size gelmedi’ buyurdu. ‘O zât kimdir?’ denilince, Mûsâ bin Mâhîn olduğunu işâret etti. Hocalarının huzûruna geleceği zaman, Abdülkâdir-i Geylânî’nin gönderdikleri kimseler tarafından, çok uzaklarda karşılandı. Abdülkâdir-i Geylânî’nin huzûruna girince, kalkıp kucakladı. Herkes heybetine ve fazîletine hayran olup, onu severdi. Âlimler ve velîler onun sohbetlerine devâm ettiler. O, duâsı kabûl edilen büyük bir velî idi. Fakire duâ etse, zengin olur, bir kimseye bereket için duâ etse, berekete kavuşurdu. Hastaya duâ etse, sıhhate kavuşurdu. İnsanlar onun himmet ve duâları ile büyük musîbetlerden kurtuldular.

SULTAN ŞEYHMUS NE ZAMAN, NEREDE DOĞDU VE VEFAT ETTİ?

Doğum ve vefat tarihleri bilinmemektedir. Ancak onun, Hz. Abdülkadir Geylani ile olan yakınlık ve samimiyeti, yaşadığı devir,hayatı ,tasavvufi kişiliği hakkında sarih bilgiler vermektedir. Hz. Abdülkadir Geylani’nin menakıbı hakkında telif edilmiş tüm eserlerde, onun ismi zikredilmekte, kişiliği anlatılmakta, Hz. Abdülkadir Geylani’ye olan bağlılığı , sevgisi ve edebi vurgulanmaktadır.

ARTUKLU BEYLİĞİNİN BAŞKENTİ MARDİNDE VAKIF MEDENİYETİ TARHİNİ ARAŞTIRIYORUZ

ŞEHLDİYE CAMİSİ’NDEN CANLI YAYIN

Artuklular Nerede Kuruldu?

Köken olarak bir Oğuz Türkmen beyliği olan Artuklular, 1102 yılında Kudüs fatihi olan Artuk Bey tarafından kurulmuş ve 1409 yılına kadar ayakta kalabilmişlerdir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde, Hasankeyf, Mardin ve Harput bölgesinde hüküm sürmüş bir Türk beyliği olarak dikkat çeker. Önceleri Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı olan Artuklular, daha sonra Osmanlı’nın da birçok kez karşı karşıya gelmek zorunda kaldığı Karakoyunlular Devleti’ne katılarak yok olmuştur.

Hasankeyf kolu, Harput kolu ve Mardin kolu olmak üzere üçe ayrılır. Bu üç kolun da kurucuları ayrıdır. İlgazi Bey Mardin kolunu, Sökmen Bey Hasankeyf kolunu ve Melik İmameddin Ebubekir ise Harput kolunu kurmuştur. Hasankeyf koluna Eyyubiler (1231), Harput koluna I. Alaeddin Keykubad (1224) ve Mardin koluna ise Karakoyunlular (1409) son vermiştir. Beylik oldukları süre boyunca, batıda sürekli Haçlılar (Bizanslılar) ile mücadele etmek zorunda kalsalar da, İslam devletleri ile de savaşmışlardır.

Artukluların bırakmış olduğu belli başlı eserler arasında, Hatuniye Medresesi, Muzafferiye, Hüsamiye, Şehidiye, Semanin Medreseleri, Malabadi Köprüsü, Koçhisar Ulu Camii, Hasankeyf ve Necmettin Külliyesi vardır.

Artukluların Beyleri Kimlerdir?

Toplamda 307 yıl boyunca Güneydoğu topraklarını koruyan bir beylik olan Artukluların beyleri aşağıda sıralanmıştır.

Mardin’i Yöneten Beyler

Necmeddin İlgazi 1104-1122

Hüsameddin Timurtaş 1122-1154

Necmeddin Alpı 1154-1176

Kutbeddin İlgazi 1176-1184

Hüsameddin Yavlak Yörükaslan 1184-1201

Mansur Nasreddin Artuk Arslan 1201-1239

Said Necmeddin Gazi 1239-1260

Muzaffer Ebulfeth Fahreddin Karaaslan 1260-1292

Semseddin Davud 1292-1294

Mansur Necmeddin Gazi 1294-1312

Adil İmadeddin Ali Alpı 1312

Salih Şemseddin 1312-1363

Mansur Ahmed 1363-1367

Salih Mahmud 1367

Muzaffer Davud 1367-1376

Zahir Mecdeddin İsa 1376-1407

Salih Şihabeddin Ahmed 1407-1409

Hasankeyf’i Yöneten Beyler

Müineddevle Sökmen Bey 1098-1104

İbrahim 1104-1109

Rükneddin Davud 1109-1144

Ebulharis Fahreddin Karaaslan 1144-1167

Nureddin Muhammed 1167-1185

Mesud Kutbeddin 1185-1200

Salih Nasreddin Mahmud 1200-1222

Mesud Rükneddin Mevdud 1222-1231

Harput’u Yöneten Beyler

İmadeddin Ebubekir 1185-1203

Nizameddin Ebubekir 1203-1223

Nizameddin İbrahim 1223-1224

Şemsüddevle Süleyman 1224

İzzeddin Ahmed 1224-1234

Halep’i Yöneten Beyler

İlgazi Bey 1117-1121

Eburebi Bedriddevle Süleyman 1121-1123

Belek Gazi 1123-1124

Timurtaş 1124

İzzeddin Ahmed 1224-1234

Mardin Ulu Cami den www.devrialem.tv CANLI YAYIN

Mardin Ulu Camii, Artuklular devri mimari örneklerinden, Mardin merkezde bulunan tarihi cami. Yapıldığında iki minaresi olan yapı, kesme taştan yapılmıştır. Cami kubbesi dıştan yivleme tekniği ile oluşturulan dilimli yapıdadır. Bu yapı stili daha sonra Mardin mimarisinde gelenek haline gelmiştir. Enine gelişen yapı, mihrap önü kubbelidir. Dikdörtgen biçimli avlusu caminin kuzeyinde bulunur.

Bugünkü minare, kare kaide üzerine 1888/1889 tarihinde inşa edilmiştir. On altı kitabesi bulunan camiyi, minare üzerindeki 1176 tarihli kitabeye göre Diyarbekir Meliki II. Kutbettin İlgazi yaptırmıştır. Avludaki kitabeye göre ise Artuklulardan Hüsameddin Yavlak Arslan tarafından 1186 yılında yaptırılmıştır. Cami Timur istilasından zarar görmüş, yıkılan minare Memluklu ve Akkoyunlular devrinde tamir görmüştür.
Cami, Osmanlılarca 1764-65, 1870,1886, ve 1889 yıllarında tadilat görmüştür. Yakın zamanda, 1967-68 ve son olarak 2010-12 (bkn:kitabe) yıllarında onarım görüştür. Mihrabın solunda duvar içerisinde bulunan Sakal-ı Şerif halk tarafından ziyarete edilir.

Şeyh Çabuk Camii – Mardin Canlı Yayın

Şeyh Çabuk Camii’nin yapım tarihi belli olmamakla birlikte, bugünkü kimliğini 15’inci yüzyılda kazanmış olması olasılığı yüksektir. 19’uncu yüzyılda iki sefer onarım görmüştür. Avlu denebilecek bahçe duvarları ile oldukça geniş bir alana yayılan cami, Mardin cami ve mescitlerinin bir çeşit genel özelliği olan enine yayılan bir plan vermektedir. Ana mekan, enine uzun iki beşik tonozla örtülü neften oluşmaktadır. Güney tarafında bulunan çapraz tonozla örtülmüş mekanın türbe ya da zikir yeri olması muhtemeldir.

SOSYAL. MEDYA PAYLAŞIMIM

https://www.facebook.com/share/p/hcEGZK5qitUAHQ4r/?mibextid=WC7FNe

HATUNİYE MEDRESESİNDEN CANLI YAYIN

Hatuniye Medresesi’nin diğer ismi Sitti Radviyye Medresesi’dir. Medrese mimarisi açısından eyvanlı medreselerin öncü örneklerinden biri olarak kabul edilen medrese, 1176/7-1184/5 yılları arasında ARTUK vakıf eseri olarak yapılmıştır.

MARDİN HATUNİYE MEDRESRSİ TARİHİ

Kitâbesinde adı Hatuniye olarak geçmekle birlikte halk arasında kurucusuna nisbetle Sitti Radviyye (Radaviyye) adıyla da bilinen yapı Mardin’in Gül mahallesindedir. Tarihi boyunca fazla müdahale görmüş ve orijinal durumundan çok şey kaybetmiştir; bir kısmı bugün cami olarak kullanılmaktadır. Mardin Artuklu Hükümdarı II. Kutbüddin İlgazi’nin saltanatı sırasında (1176-1184) annesi Sitti Raziyye tarafından vakıf eseri olarak yaptırılmış ve vakfiyesi 602 (1206) yılında kıble cephesine kazdırılmıştır. Kutbüddin İlgazi’nin de bu medreseye gömülü olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Nitekim mihraplı ana eyvanın doğusunda tromplu kubbe ile örtülü ve mihraplı türbe mekânında iki sanduka bulunmaktadır. Türbedeki taş işçiliği ana eyvandaki gibi dikkat çekicidir.

SANAT. TARİHİMİZDE HATUNİYE MEDRESESİ

İki eyvanlı ve revaklı avlusu iki katlı bir medrese olarak düzenlenen yapı esas itibariyle son derecede olgun bir plan şeması arzeder. Günümüzde ana eyvanın batısındaki odadan geçilen dolaylı bir girişe sahiptir. Vakfiye kitâbesi de dahil olmak üzere beton bir ara kat ve balkonlar eklenmiş olan bu bölümden, ana eyvanın arkasındaki revakı içine alacak biçimde bir duvar çekilerek bu kısımlar mescide çevrilmiştir. Gerek ana eyvandaki gerekse türbedeki ince bir taş işçiliği sergileyen mihraplar da çeşitli boyalarla kaplanmış durumdadır. Bütün bu müdahale ve değişikliklere rağmen yapı Anadolu’nun en erken tarihli iki katlı, revaklı avlusunun üzeri açık, iki eyvanlı medresesi olarak mimarlık tarihi içindeki özel yerini korumaktadır.

Dikdörtgen bir alanı kaplayan, iki eyvanlı, revaklı avlulu, iki katlı olan bu yapı zamanla büyük değişiklikler geçirmiş, ilk hali oldukça bozulmuş, avlu yapısını da kaybetmiştir. Günümüzde medresenin ana eyvanı olması gereken mihraplı güney eyvanının kuzeyine revak bölümünü de içine alan bir duvar çekilmiştir. Ana eyvanda bulunan mihrap bezemeleri Artuklu Dönemi’nin zengin taş işçiliğine işaret etmektedir.

SODYAL MEDYA PAYLAŞIMIM

https://www.facebook.com/share/p/1EmpwFS3iSznfLjM/?mibextid=WC7FNe

BELGESEL TADINDA MARDİN DE TARİH KÜLTÜR MİRASI VAKIF MEDENİYETİ ARAŞTIRMA VE BELGESEL ÇEKİİMİ GEZİ NOTLARI

İlim kültür tarih araştırmaları merjezi www.iktav.com olarak tarih kültür mirası vakıf medeniyeti ile ilgili araştırmalar yapıp devri alem belgesel tv programı www.devrialem.tv olarak belgeseller çekimlerimize Mardin bölgesinde devam ediyoruz

https://www.facebook.com/share/p/8Lgypaj6PyEyQ5xs/?mibextid=WC7FNe

MARDİN TARİHİNDEN NOTLAR

MÖ. 3000 yıldan başlayarak yerleşim yeri ola- rak kullanılan Mardin; Artuklu, Akkoyunlu, Osmanlı dönemine ilişkin birçok yapının yanında Süryani Ma- nastır ve Kiliseleri de bünyesinde barındıran önemli bir açık hava müzesi.
Mardin, mimari, etnografik, arkeolojik, tarihi ve görsel değerleri ile zamanın durduğu izlenimini veren Güneydoğunun şiirsel kentlerinden biri aynı zaman- da. Mardin’de, farklı dini inanışlar paralelinde, sa- natsal açıdan da tarihi değeri olan camiler, türbeler, kiliseler, manastır ve benzeri dini eserler mevcut.

Güneydoğu Anadolu Bölgesinin Yukarı Mezopo- tamya havzasında bulunan Mardin, güneyinde Suri- ye, doğusunda Şırnak ve Siirt, kuzeyinde Diyarbakır ve Batman, Batısı Şanlıurfa ile çevrilidir.

Yüzölçümü :8.891 Nüfus : 829.195 Plaka kodu : 47 Telefon kodu: 482

İLÇELERİ :
Artuklu, Dargeçit, Derik, Kızıltepe, Mazıdağı, Midyat, Nusaybin, Ömerli, Savur ve Yeşilli’dir.

MARDİN TARİHİ

Fırat ve Dicle nehirleri arasında Me- zopotamya bölgesinde, tarih boyunca pek çok medeniyet yerleşmiştir. Bir da- ğın tepesinde kurulmuş olan Mardin, Yu- karı Mezopotamya’nın en eski şehirlerin- den biridir.
Bölgede yapılan kazılarda M.Ö. 4500’den başlayarak klasik anlamda yer- leşim gören Mardin; Subari, Hurri, Sümer, Akad, Mitani, Hitit, Asur, İskit, Babil, Pers, Abgar, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Ar- tuklu ve Osmanlı dönemine ilişkin birçok yapıyı bünyesinde harmanlayabilmiş ö- nemli bir Güneydoğu kenti.
264

ZAMANIN DURDUĞU İZLENİMİNİ VEREN ŞİİRSEL KENT MARDİN

MARDİN ADININ KAYRAĞI

Mardin “Merdo”dan gelme Süryanice kö- kenli bir kelimedir. “Kale” anlamına gelmekle birlikte çeşitli rivâyetler vardır. Bu rivayetleren biriside Mardin’in bulunduğu bölgeye yerleşti- rilen “Marde” kavminden geldiği, bu bölgeye hükmeden bir kralın Mardin isminde oğlunun hastalanıp havası ve suyu iyi olan Batı Kalesine gönderildiği, burada iyileşmesi üzerine Kale’nin bulunduğu yerde Mardin isimli şehrin kuruldu- ğu, Süryânice mukaddes “Mara” kelimesinden geldiği, Sâsânî komutanlarından Mardius bu şehri îmâr ettiği için şehrin eski ismi yerine bu komutanın isminin verildiği gibi çeşitli rivâyetler vardır. Selçuklu Türkleri bu şehri fethedince, Bi- zanslıların “Mardie” Arapların “Maridin” ismi yerine kendi lisanlarına uygun olarak “Mardin” demişlerdi
Burası bölgedeki birçok diğer şehir ve yerle- şim gibi Süryaniler’in yoğun olarak yaşayageldiği bir mekandır. Mardin ve Tur Abdin bölgesinde hala Süryaniler yaşamaktadır. Bölgede meşhur birkaç Süryani Manastırı ve Kilisesi vardır. Dey- rulzafaran, Mor Gabriel, Salah’taki Mor Yakub ve Hah’daki Tanrı Annesi Meryemana Kilisesi gibi.

MARDİN MİMARİSİ

Uzaktan bakınca, altın rengi taşlardan ya- pılmış Mardin evlerini, kentin üzerinde kurulduğu tepelerin kayalığı ile iç içe görürsünüz. Dikkatli bir incelemeyle, oyma taşlar, evlerin ve kamu bina- larının dekorasyonu kentin, mimari bakımdan bir hazine kutusu olduğunu ortaya koyar.

Birbirine paralel uzayıp giden daracık so- kakların abbaralarla (geçit) birbirine bağlandığı Mardin’de, her evin çatısı, bir yukarıdaki eve teras vazifesi de görüyor. Abbaralar ise bir başka mi- marlık harikası… Tüm kentin çevresini dolaşmak yerine, pratik bir yöntemle bir üst sokağı çıkma olanağı sağlayan abbaraların kent kültüründe ayrı bir yerleri var. Mardinlilerin hepsinin mutlaka bir “abbara anısı” mevcut. Ya abbaralar sevdalı- lar arasındaki mektuplaşmalara sahne olmuş, ya bıçkın delikanlıların hesaplaşmalarına… Öyle ki Mardin’de “Erkeksen Abbaraya gel!” sözü bir atasözü olarak yerleşmiş kulaklara… Fakat Mar- din İli (özellikle il merkezi) son yıllarda yoğun bir şekilde betonlaşmanın etkisi altında kalmış, şehir merkezinin bulunduğu tepenin hemen biraz altın- daki alan yeni şehir olarak imara açılmıştır.

Yeni binalar yapılmış (yapılıyor) olmasına karşın bu betonlaşma tarihi taş binaları da es geçmemiş, maalesef taş binaların üstüne yarım yamalak beton katlar çıkılmasına kadar varmıştır.

Düşük bir nüfusa sahip olmasına karşın bu denli yapılaşmasının başlıca nedeni ekonomidir. Eski büyük evlerde bugünkü ekonomik koşullar- da ve yeni neslin farklılaşan istekleriyle birlikte yaşamak zordur ve daha birçok sosyo- ekono- mik nedeni de vardır bu durumun ancak tüm bu nedenler şehre verilen zararı yine de haklı çıkar- mamaktadır. En başta Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere resmi ve sivil kuruluşlar bu konuya kısa sürede eğilmezlerse aslında dünya çapında bir açık hava muzesi olabilecek değerdeki Mar- din, gidip görmeye değer tüm özelliklerini kısa zamanda yitirecektir.

Mimarisi kurulduğu günden bugüne en az bozulan illerden olan Mardin’de, yerleşik ahali; yüzyıllar boyu oturacakları evleri yaparken ace- le etmemiş, iklim koşullarını dikkate alarak, göz zevkine hitap edecek tarzda inşaa etmişlerdir. Bu yapılara yerleşen kuşaklar yerlerini bir sonraki kuşaklara devrederek mekanlarındaki ikametleri süreklilik kazanmıştır. Bu sürekliliğin bir sonucu olarak aileler birer lakap kullanarak birbirlerinden ayrıdedilme yolunu seçmişlerdir.Mardin yerlisi olan tüm ailelerin istisnasız birer lakabı vardı.

Mardin’de kültür, çağlar boyu yerleşik olan uygarlığın izlerini taşır. Mardin ili önemli tarihsel ve kültürel mimari zenginliklere sahiptir. Bu zen- ginliğin turizm alanında en iyi şekilde değerlendi- rilmesi halinde ilin kalkınmasına ve ülke turizmi- ne büyük katkı sağlayacağı kuşkusuzdur.

Tarihin en eski Hristiyan topluluğu Süryani- lerin köklü kültürü ve çeşitli uygarlıkların izleriyle bezenen Mardin’de engin hoşgörü şehrin ötesi- ne ulaşmaktadır. Ezanların çanlarla kardeşçe ve birlikte yankılandığı bu medeniyetler şehrini görmek istemez misiniz?

Son yıllarda sadece ülkemizin değil tüm dünyanın ilgisini çekmeye başlayan Mardin, ta- rihi ve kültür yapısı ile Unesco’nun “Dünya Mi- rası Kenti Listesine” girmeye adaydır. Kültür Varlıklarının belgelenmesi korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması önem arz etmektedir. İlimiz merkez ve İlçelerinde Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Müdürlüğünce tescil edilmiş 665 adet bina mevcuttur.

MARDİN EVLERİ

Mardin, Anadolu ev mimarisinde, Orta Anadolu’nun Niğde, Kayseri şehirlerinde daha yaygın olarak da Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde örneklenen, “Kuzey Suriye ile ben- zeşen” diye tanımlanan taş mimarinin görüldüğü önemli şehirlerden biridir. Gerçekten de bölgede çok sayıda ocağı olan sarı kalker taşı, yapı üre- timine egemen olmuş, ahşaba, kapı, pencere, asma kat gibi zorunlu kullanımları dışında yer verilmemiştir. Böylece taş, süslemeden, taşıyıcı sisteme kadar her yapı elemanını belirlemiştir. Bu mimarinin biçimlenmesindeki etkenlerden bir diğeri bölgenin iklimidir. Ayrıca mimaride önemli bir yere sahip eyvan, revak gibi yarı açık mekan- lar, özellikle batı güneşine karşı gölgede kalabi- lecek biçimde yönlendirilmiştir.
Güleç yüzlü sıcak kanlı insanların diyarı Mardin. Nefesi çay kokan, mırra kokan insanla- rın diyarı. Güneş ışığının rengi, taşlarımda hayat bulur.

HOŞGÖRÜ MERKEZİ

Mardin’de inanç, bir medeniyetteki hoşgörü- yü ortaya koyuyor. Müslümanıyla, Hristiyanıyla, Süryanisiyle, arabıyla Türkü, Kürdü ile tam hoş- görünün merkezi.

Ulu Camii; Şehrin merkezindeki Mardin’in en eski camisi olan Ulu Camii, 1176 yılında Artuklular zamanında yapılmış. Özellikle minaresi çok dikkat çekici, O yıllarda çarşıya bir tek bu caminin yanın- dan girilirmiş.

Zinciriye Medresesi; Şehrin en üstünde kale- nin hemen altındaki Zinciriye Medresesi 1385 yı- lında yapılmış. İki katlı medresenin giriş kapısının ihtişamı ve süslemeleri görülmeye değer. Buradan Mardin’i izlemek büyük keyif. Çünkü şehrin tama- mı ve devamındaki düzlükte yer alan Mezopotam- ya buradan izlenebiliyor.

Kırklar Kilisesi; Şehrin merkezinde bulunan, 5.yüzyılda yapılan Kırklar Kilisesi ince taş işçili- ğinin en güzel örneklerindendir. 400 yıllık ahşap kapılan, 1500 yıllık kök boya ile baskı perdeleri, geniş avlusu çok etkileyici. Bugün Mardin Metro- polit Kilisesi özelliğindedir.

Deyrulzafaran Manastırı; Süryanilerin tari- hi ve dini değerleri arasında bugüne kadar ayak- ta kalabilmiş nadir bir manastır olan Deyrulzafa- ran, 639 yıl boyunca dünya Süryanilerinin patrik- lik merkezliğini yapmış. 1600 yıllık manastır, Sür- yaniler için bugün bile büyük önem ve anlam ta- şıyor.

Mardin Kalesi; Diğer adı “Kartal Yuvası” olan Mardin Kalesi çok sayıda uygarlığı yaşamış çok önemli bir kale. M.S.330 yılında ateşe ibadet eden ve güneşe tapan Şad Buhari isminde bir kral gelip Mardin Kalesi’nde kalmış. Hasta olan kral kalede iyileşince, kendisine bir kasır yaptırıp 12 yıl burada yaşamış. Daha sonra kendi mem- leketi Pers ve Babil’den birçok asker ve sivil geti- rip bölgeye yerleştirmiş. Getirilen halk sayesinde kent zenginleşmiş, gelişmiş. M.S.442’deki bir ve- ba salgını kale halkının sonu olmuş. M.S.542’ye kadar Mardin Kalesi boş kalmış. Kalenin ovadan yüksekliği bin metre kadar..

Mardin çarşıları…

Mardin’de yan yana veya aşağı yukarı birbiri sıra devam eden birçok çarşı var. En popüler olanı kuyumcular çarşısıdır diyebiliriz. Mardin’deki ku- yumcular çok özel. Çünkü altın ve gümüş takılar “telkari” diye adlandırılan Mardin’e özel bir işle-
mecilik sanatıyla yapılıyor. Tamamen Süryani us- taların yaptığı telkari takılar ve hediyelik eşyalar- daki işleme sanatı çok etkileyici… Yurdumuzdaki en önemli telkari merkezi Mardin’in Midyat ilçesi- dir. Midyat işleri son derece zarif ve kıymetli.
Bakırcılar Çarşısı, eskiden 150’ye yakın ba- kırcısıyla en canlı mekanlardan biriymiş. Şimdi sa- dece 5 dükkan kalmış. Bu çarşıda daha çok he- diyelik eşya yapılıp satılıyor. Bakır kaplar, testiler, mırra cezveleri… Ve antikacılarda eski Mardin’e has el işi güzel kaplar…

Mardin Çarşısı’ndan sonra Marangozlar Kah- vehanesine uğramalısınız. Mardin’in en otantik mekanlarından biri. Mardin’de mutlaka kahve kül- türünü yaşamak ve mırra adı verilen yöreye has kahveyi içmek gerek.
Dünyada Venedik’ten sonra yapı dokusu bo- zulmamış ikinci şehir konumunda olan Mardin, ta- rihi ve kültür yapısı ile UNESCO ‘nun “Dünya Mi- rası Kenti Listesi“ne giren bir ilimizdir. 2000 yılı itibariyle dünya tarafından keşfedilmeye başlanan Mardin ‘e gelen turist sayısı giderek artıyor. Turizm geliştikçe, buraya gelip bu sevdaya düşenlerin sa- yısı da çığ gibi büyüyor. Ve Mardin’i arkamızda bı- rakarak güzelülkemizin başka bir güzel şehri Batman doğru yol alıyoruz.

BELGESEL TADINDA ŞANLI URFA’DA TARİH KÜLTÜR MİRASI VAKIF MEDENİYETİ TURU

İlim Kültür Tarih Araştırmaları Merkezi www.iktav.com kültür hizmeti olarak tarih, kültür mirası, vakıf medeniyeti ile ilgili araştırmalar yapıp Devri Alem belgesel tv programı www.devrialem.tv olarak belgeseller çekimlerimize Güneydoğu Anadolu bölgesinde devam ediyoruz.

www.iktav.com kültür hizmeti olarak 20-23 nisan 2024 tarihleri arasında Şanlıurfa, Mardin, Batman ve Diyarbakır bölgesinde tarih ve kültür kültür mirası vakıf medeniyetimize yönelik araştırmalar yapacağımız belgesel çekimlerimizin ilk durağı Şanlıurfa’dayız.

30 yoldan beri birçok tv kanalında yayınlanan belgeselcilikte marka haline gelen devri alem belgeselleri çekecek www.gebzegazetesi.com da belgeselcinin not defterinde yayınlayacağız.

GEBZE GAZETESİ SOSYAL MEDYA PAYLAŞIMIM

https://www.facebook.com/share/p/nH2pVzzS3sxrvRjg/?mibextid=WC7FNe

ŞANLIURFA 2023 İSLAM KÜLTÜR BAŞKENTİ

2023 İslam ülkeleri kültür başkenti seçilen Urfa’da Türkiye Yazarlar Birliği’nin misafiri olduk. Yazarlar Birliği şube başkanı Cuma Ağaç Bey’den Urfa halkında Bilgi aldık. Vakıflar Şanlıurfa bölge müdürü Abdurrahman Karakaş Bey bize Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından basılan Urfa Vakıfları adlı 600 sayfalık kitabı hediye etti.

ŞAİR NABİ’NİN DOĞDUĞU MAHALLE

Şanlıurfa Yazarlar Birliği şubesinde Şanlıurfalı yazarlarla Urfa üzerine sohbet ettik. Eyüp Azlal, Tahir Coşandal, Abdurrahman Karakaş, Prof.Ömer Sabuncu,Cuma Ağaç, Ömer Kazancı, Eyüp Azlal.
Prof. Ömer Sabuncu bizlere kitap hediye etti. TYT Şanlıurfa şube başkanına kitaplarımızı takdim ederek Başkan Cuma beyden Şair Nabi ile ilgili şair Nabinin dünyaya geldiği mahallede bilgi alıp belgesel çekimi yaptık.

https://www.facebook.com/share/p/NAUp6PuCykZ64SZG/?mibextid=WC7FNe

BELGESEL TADINDA ŞANLIURFA’DA TARİH KÜLTÜR MİRASI VAKIF MEDENİYETİ TURU

İlim Kültür Tarih Araştırmaları Merkezi www.iktav.com olarak tarih kültür mirası vakıf medeniyeti ile ilgili araştırmalar yapıp Devri Alem belgesel tv programı www.devrialem.tv olarak belgeseller çekerek www.com kültür hizmeti olarak yayımlamak İçin 20-23 nisan 2024 tarihleri arasında Şanlıurfa, Mardin ve Diyarbakır’a gidiyoruz.

Yaptığımız araştırmalarla ilgili sosyal medya paylaşımı
https://www.facebook.com/share/p/nH2pVzzS3sxrvRjg/?mibextid=WC7FNe

ANADOLU YOLLARINDAN CANLI YAYIN

AN İTİBARİ İLE TARİH KÜLTÜR MİRASI VAKIF MEDENİYETİ BELGESELİ ÇEKMEK ÜZERE URFA, MARDİN, ŞIRNAK, BATMAN VE DİYARBAKIR’A GİDEN www.gebzegazetesi.com GAZETEMİZ KURUCUSU VE www.devrialem.tv BELGESEL YÖNETMENİ www.ismailkahraman.net YARIM ASRA YAKLAŞAN GAZETECİLİK VE BELGESELCİLİK HATIRALARINI CANLI YAYINDA PAYLAŞIYOR.

UÇAKDAN CANLI YAYIN
https://www.facebook.com/share/v/ecGzy2Ayc4uYvZAB/?mibextid=WC7FNe

GEBZE GAZETESİ CANLI YAYINDA
https://www.facebook.com/share/v/Zq6BF95voFsnGq5U/?mibextid=WC7FNe

ŞANLI URFADA VAKIF MEDENİYETİ
https://m.youtube.com/watch?v=bD5dR5iKiFs

ANADOLU YOLLARINDAN VAKIFLAR MEDENİYETİ TARİHİ BELGESELİ TADINDA TÜM ARKADAŞLARIMA VAKIF RUHU İLE SELAM OLSUN
https://youtube.com/playlist?list=PLVpLtuUKuBQDwThSBuU6eby9cXMz8clwU

YILMAZ IŞIK KARDEŞİME BAŞSAĞLIĞI OĞLU AYKUT’A ALLAH (CC)’DAN RAHMET DİLİYORUM.

PEYGAMBERLER ŞEHRİ ŞANLIURFA’DAN EYÜP PEYGAMBER SABIR MAKAMINDAN BUGÜN OĞLU AYKUT’UN VEFAT HABERİNİ ALDIĞIM 40 YILLIK GAZETECİ ARKADAŞIM YILMAZ IŞIK KARDEŞİME BAŞSAĞLIĞI VE SABIR DİLİYORUM. 37 YAŞINDA KALP KIRİZİ SONUCU VEFAT EDEN AYKUT KARDEŞİME YÜCE ALLAH (CC)’DAN RAHMET NİYAZ EDİYORUM MAKAM VE MEKANI CENNET OLSUN.

https://www.facebook.com/share/v/5PcuaEGPHAUPpAm1/?mibextid=WC7FNe

https://www.facebook.com/share/v/zXWCVYwY6QuyHwfo/?mibextid=WC7FNe

ŞANLIURFA’NIN 12 BİN YILLIK TARİHİ GÖBEKLİ TEPE’DEN CANLI YAYIN

AN İTİBARİ İLE PEYGAMBERLER ŞEHRİ ŞANLI URFA DAN www.devrialem.tv ve www.gebzegazetesi.com ŞEHİR MERKEZİ VE GÖBEKLİ TEPE DEN CANLI YAYINNDA

ŞEHİR MERKEZİNDEN CANLI YAYIN

SOSYAL MEDYA PAYLAŞIMIM

BELGESEL TADINDA URFA

Güneydoğu Anadolu Bölgesinde yer alan Şanlı- urfa, doğuda Mardin, batıda Gaziantep, kuzeybatıda Adıyaman, kuzeydoğuda Diyarbakır illeriyle çevrilidir. İl’in güneyinde 789 km’lik Türkiye-Suriye sınırı uzanır.
Şanlıurfa tarihte dünya kültür ve medeniyetinin merkezi kabul edilen ve arkeoloji literatüründe “Be- reketli Hilal” olarak adlandırılan bölge üzerinde yer almaktadır.

Arkeolojik kazılardan elde edilen buluntular, şehir merkezindeki Balıklıgöl civarının günümüzden 11.000 yıl önce Neolitik Çağ insanları tarafından iskan edildiğini kanıtlamıştır. Bu çağ, Anadolu’da mi- marlık sanatının başlangıcı sayılmaktadır.

Mimarlık tarihi bu kadar eskilere dayanan Şan- lıurfa, günümüzde de mimari eserlerinin zenginliği bakımından Anadolu’nun önde gelen illeri arasında yer almakta ve bu özelliğinden dolayı “Müze Şehir” adıyla tanınmaktadır.

DİNLER MERKEZİ

Şanlıurfa, dinler tarihi ve inanç turizmi yönüyle de dünya kültüründe önemli bir yere sahiptir. İl merkezi yakınındaki Göbekli Tepe’de yapılan ar- keolojik kazılarda, ilkel dinlere ait olan ve günümüzden 11.000 yıl öncesine tarihlenen dünyanın en eski tapınakları bulunmuş ve Şanlıurfa’nın ina- nan insanların dünyadaki en eski merkezi olduğu anlaşılmıştır.

İlkel dinlerin dünyada bilinen en eski merkezi Şanlıurfa, çok tanrılı (politeist) dinler ile tek tanrılı (monoteist) dinlerin de önemli merkezlerinden biridir.

Assur ve Babil dönemlerinde; Ay, güneş ve gezegenlerin kutsal sayıldığı politeist bir din olan Paganizm’in baştanrısı “Sin”in mabedi Harran’da bulunuyor ve Soğmatar bu dinin önemli bir merkezi şehri sayılıyordu.
Musevi, Hıristiyan ve İslâm dinleri peygamlerlerinin atası olan Hz. İbrahim (A.S.) Şanlıurfa’da doğmuş, Nemrut ve Halkının taptığı putlarla mücâdele ettiği için burada ateşe atılmıştır. Lut Peygamber, amcası Hz. İbrahim’in ateşe atılmasını görmüş ve daha sonra Şanlıurfa’dan Sodom’a doğru yola çıkmıştır. İbra- him Peygamber’in torunu ve İsra- iloğullarının atası Yakub Peygam- ber Harran’da evlenmiş, Eyyub Peygamber Şanlıurfa’da hastalık çek- miş ve Şanlıurfa’da vefat etmiştir. Hz. Eyyub’u arayan Elyasa Peygamber O’nun yaşadığı Eyyub Nebi Köyü’ne kadar gelmiş, ancak kendisini göremeden orada vefat etmiştir. Şuayb Peygamber, Harran’a 37 km. mesa- fedeki Şuayb Şehri’nde yaşamış, Mu- sa Peygamber, Şuayb Şehri yakının- daki Soğmatar’da Şuayb Peygamberle buluşmuştur. Bu nedenle Urfa’nın Bir adı da “Peygamberler Şehri”dir. İsa Peygamber, Şanlıurfa’yı kutsadığına dair bir mektubunu ve yüzünü sildiği mendile çıkan mûcizevi portre- sini Şanlıurfa Kralı Abgar Ukkama’ya göndermiş, Hıristiyanlık devlet dini olarak dünyada ilk defa bu dönemde Şanlıurfa’da kabul görmüştür.

Bütün bunlardan, Şanlıurfa’nın dinler tarihi ve inanç turizmi yönünden Mekke ve Kudüs’ten sonra dünyanın önemli inanç merkezlerinden biri olduğu anlaşılmaktadır. M.Ö. 130’dan MS 242’ye dek Urfa, Osrhoene Krallığının başkenti olarak Kuzey Suriye’ye egemen olmuştur. Osrhoene kralı Abgar rivayete göre İsa’yla mektuplaşmış ve Hıristiyanlığı kabul etmiş- tir. M.S. 3. yüzyılda kentte kurulan Urfa Akademisi, Yeni-Eflatuncu felsefe alanında Antik dünyanın en önemli eğitim kurumlarından biri olmuş, daha sonra İslamiyet bünyesinde gelişecek olan medrese kurumunun ilk modelini oluşturmuştur. Bölgede bu devirde konuşulan dil, bir Sami dili olan Aramice’dir. Aramice’nin Urfa lehçesi, Urfa Akademisi sayesinde geniş bir yaygınlığa kavuşarak Süryanice adını almıştır.

URFA’DA DİLLER

Bugün Urfa şehri güneydeki Arapça ve kuzeydeki Kürtçe dil alanları arasındaki sınırın üzerinde bulunur. Kent nüfusunun yaklaşık yarısı Arapça, diğer yarısı Kürtçe konuşur. Ortak ve resmi dil Türkçe’dir.

MİMARİ DOKUSUYLA ŞANLIURFA

Şanlıurfa’nın şehir dokusunu süsleyen çarşılar, evler, konaklar, çeşmeler, hamamlar, su kemerleri, köprüler, camiler, türbeler kale ve surlar kentin tarihi ve toplumsal silüetini yansıtır durumdadır. Osmanlı Döneminin ticaret mekanlarını gü- nümüzde yaşatan Gümrük Hanı, Kazzaz Pazarı (Bedesten), Sipahi Pazarı, Kürkçü Pazarı, Keçe- ci Pazarı, Attar Pazarı, Oturakçı Pazarı, Kasap Pazarı gibi tarihi çarşılar kentin ticaret yaşamına canlılık kazandırmaktadır.

Haremlik ve selamlık bölümleri ile, dışarıya bağlantıyı sağlayan zarif çardak (köşk)larıyla, sıcağın evdeki yaşamı etkilememesi için oluştu- rulmuş eyvanlarıyla “Şanlıurfa Evleri”, Anadolu konut mimarisinde önemli bir yer tutmaktadır. Hacı Bekir Pabuççu Evi, Kürkçüzade Halil Hafız Efendi Evi, Mahmut Nedim Efendi Konağı, Kü- çük Hacı Mustafa Hacıkamiloğlu Konağı günü- müze ulaşan örneklerdir.

Veli Bey, Sultan, Vezir, Cıncıklı, Eski Arasa, Serçe ve Şaban Hamamları ile Hekim Dede,Firuz Bey, Şeyh Saffet Çeşmeleri; Karakoyun Su Kemeri, Hacı Kamil, Ali Saib Bey ve Hızmalı Köprü “su mimarisinin” yaşayan eserleridir.
Camivetürbelerde Şanlıurfa’nın“Peygamberler Şehri” olarak anılmasını destekler nitelik- tedir. Ulu Cami, Halil-Ür Rahman, Eski Ömeriye, Nimetullah, Kadıoğlu,Hasan Padişah, Rızvaniye camiileri ile Şeyh Mesud, Çift Kubbe, Seyyid Maksud Türbeleri “dini mimari” örneklerinden birkaçıdır. Şanlıurfa’yı çevreleyen kale ve surlar da kenti süsleyen askeri yapılar arasındadır.

TARİHİ ESERLER

Şanlıurfa ilinde korunmasına karar verilmiş başta 329 tarihi ev, 39 cami, 12 han, 15 köprü ol- mak üzere birçok tarihi eser bulunmaktadır. İldeki tescilli eserlerin toplam sayısı 1100 civarındadır. Şanlıurfa Kalesi, Şanlıurfa Ulu Cami, Mev- lid-i Halil (Dergah), Balıklıgöl, Hz. Eyyüp Mağarası, Gümrük Hanı, Kapalı Çarşılar, Karakoyun Deresi Su Bendi, Hızmalı Köprü, Millet Köprüsü, Tarihi Kışla (Millet) Hanı, Reji Kilisesi, Selahattin Eyyubi Camii, Mahmutoğlu Kulesi, Nemrut Tahtı (Der Ya- kup), Harran ve Harran Kalesi, Harran Ulu Cami, Harran Höyük, Şeyh Yahya Hayat el-Harrani Tür- besi, Geleneksel Harran Evleri, İmam Bakır ve Cabir el-Ensar Türbeleri, Han El-Ba’rür Kervan- sarayı, Bazda Mağaraları, Şuayb Şehri, Soğmatar Harabeleri, Çimdinli Kale, Birecik Kalesi, Çarmelik Kervansarayı; Sultantepe Höyüğü, Titris Höyüğü, Nevaliçori Höyüğü, Şaşkan Höyüğü, Lidar Höyüğü, Söğüt Höyüğü, Hasek Höyüğü, Kurban Höyüğü, Göbeklitepe-Gürcütepe Höyüğü, Tilmusa-Tilbaş Höyüğü gibi eserler vardır.

ŞANLIURFA KALESİ:

İç Kale: Kale’nin Roma İmparatorluğu zama- nında M.Ö. IV.yy’da Şanlıurfa’da hüküm süren Abgarlar (Osrhoene) döneminde inşa edildiği tahmin edilmektedir. Kentin kuzeyine düşen Damlacık Dağı’nın kuzey eteğindeki yüksek bir düzlük üze- rinde yer alan yuvarlak planlı bir yapıdır. Düzgün kesilmiş kalker taşından yapılmış olan kalenin doğu-batı ve güney tarafları kayadan oyma derin hendeklerle çevrili olup, kuzey tarafı sarp kayalık- tır. Kale içine batıya açılan kapıdan girilmektedir. Dağın içinden kayaya oyulmuş basamaklı kaleye çıkan yol son yıllarda bulunmuş ve temizlenerek hizmete açılmıştır.

Kale içinde bugün sadece iki sütun ayak- ta kalmıştır. Kale üzerindeki korint başlıklı bu iki sütundan doğuda olanının kente bakan kuzey cephesindeki Süryanice olan kitabede, “Ben Eftuhayım, güneşin oğluyum. Bu sütunlar ve üzerin- deki heykeli Kral Mano’nun kızı Shalmet için yaptırdım.” yazılıdır. Kitabede belirtilen heykel bugün yerinde bulunmamaktadır.

Kalede Roma devrinden başlamak üzere Bi- zans ve İslami devirlere ait temel halinde çok sayıda yapı kalıntısı bulunmaktadır. Burada yapılacak Arkeolojik kazı çalışmaları kalenin tarihi geçmişini aydınlatma bakımından yarar sağlayacaktır. Kale- de bir kıl çadırda günübirlik tesis oluşturulmuştur.

Dış Kale (Surlar): Kale’nin dış surları dörtgen şeklinde olup çevresi 4 km. kadardır. Surların M.S. 812 yılında Hıristiyanların Arap akınlarına karşı kenti korumak amacıyla yaptırıldığı bilinmektedir.
Şanlıurfa surlarından Harran Kapısı, Bey Kapısı’na ait Mahmutoğlu Kulesi, yer yer bazı du- var ve burç kalıntıları günümüze kadar ulaşabil- miştir. Ancak, büyük ölçüde yıkıntı halindedir.

ŞANLIURFA ULU CAMİİ:

Şanlıurfa’da bulunan en eski dini yapıdır. Eski bir sinagog iken M.S. 457 yıllarında inşa edilen ve kırmızı renkteki mermer sütunlarının ağırlıklı olması sebebiyle Kızıl Kilise diye adlandırılan yapı 12. yy’da camiye dönüştürülmüştür. Cami avlusundaki sütun parçalan, sütun başlık- ları, avlu duvarları ve bugün minare olarak kulla- nılan Çan Kulesi Kızıl Kilise’den kalmadır.
On dört sivri kemerle avluya açılan ve pa- yeler üzerine oturan çapraz tonozlarla örtülü son cemaat yerinin, Anadolu’da ilk kez Şanlıurfa Ulu Camii’nde ortaya çıkmış olması sanat tarihi açı- sından önem taşımaktadır.

MEVLİD-İ HALİL
(Hz. İbrahim Peygamber’in Doğduğu Mağara, Dergah):
Şanlıurfa Kalesi’nin kuzey kesiminde iki mağara bulunmaktadır. Bunlardan biri Hz. İbrahim’in doğduğu mağaradır. Şanlıurfa’nın en çok turist çeken ve Dergah da denilen bu ma- ğaranın yakınında mescit, hücre ve havuzlarla birlikte küçük bir cami ve önünde havuzlu avlusu yer almaktadır. Burada Hz. Muhammed’in saka- lının bir teli saklanmaktadır.Ayrıca Hz. ibrahim’in doğduğu mağara içerisinde bulunan su, ziyaret- çiler tarafından ve bilhassa yerli halk tarafından şifalı olduğu düşüncesi ile içilmekte hatta, şişelere doldurularak götürülmektedir. Dergah, dini turizm potansiyeli açısından önemlidir.
Mağara, yapılan düzenlemeyle, Mevlid-i Halil Camii avlusu içine alınmıştır.

Halil-ür Rahman Camii ve Rızvaniye Camii

Halil-ür Rahman Gölü’nün iki tarafın- da yer almaktadır. Halil-ür Rahman Camii Bizans Dönemi’ne ait Meryem Ana Kilise- si yerine inşa edilmiştir. Rızvaniye Camii ise I8.yy’a ait bir Osmanlı yapısıdır.

Hz. Eyyüb Mağarası:
Şanlıurfa’nın 2 km. güneyinde Ey- yübiye Mahallesi’nde yer almaktadır. Hz. İbrahim’in soyundan gelen ve bu mağa- rada yaşadığı bilinen Hz. Eyyüb sabrı ile tanınmış bir peygamberdir. Şanlıurfa’ya Şam dolaylarından gelmiş ve bu mağa- rada 7 yıl hasta yatmıştır. Mağaraya dört basamakla inilmektedir. Mağaranın ö- nünde bulunan kuyu suyunun iyileştirici etkisi bilinmektedir. M.S. 460 yılında Pis- kopos Nona tarafından buraya cüzzamlı hastalan iyileştirmek amacıyla bir hasta- ne inşa ettirilmiştir. Viranşehir’e 12 km. uzaklıktaki Ey- yüb Nebi Köyü’nde ise Hz. Eyyüb’ün yanısıra eşi ve Hz. Elyasa’nın da mezarları bulunmaktadır.
Gerek yaşadığı mağara, gerekse türbesinin bulunduğu köy yerli ve yaban- cı turistler tarafından ziyaret edilmektedir. Bölge içinde yer alan mağara ve türbe i- nanç turizmi açısından büyük önem taşı- maktadır. Her iki mekanda da çevre düzenleme projeleri yaptırılmış ve uygulamalar başlamıştır. Eyyüb Nebi Köyü’nde- ki düzenleme ŞURKAV, Turizm Bakanlı- ğı ve Eyyüb Nebi Belediyesi katkılarıyla gerçekleştirilmektedir. Hz. Eyyüb mekanındaki düzenlemeye ise ŞURKAV tarafından başlanmıştır. Diğer eserlerden bazıları Karakoyun Deresi Su Bendi, Hızmalı Köprü, Nemrut Tahtı (Der Yakub Kilisesi), Çamlık Parkı.

HARRAN

Turkuaz mavisi örtülerin altına sığınmış çekingen bakışların arasından Harran ovasını geçiyoruz. Su ile toprağın aşkının ne anlama geldiğini, uçsuz bucaksız Harran Ovasına bakınca insan daha çok anlıyor. Suyun değdiği her yer yeşiller giymiş bir geline dönüşüyor. Harran’ın susuz hali ile suya kavuşma- sını görenler, su ile toprağın arsasındaki aşkı daha iyi anlıyor.

Su eskiden Harran’a, hayat vermiş, aşk vermiş, kültür vermiş, medeniyet vermiş. Ne zaman ki ırmaklar yatağını terk etmiş, medeniyetin boynu bükük kalmış. Suyun küstüğü bu topraklar, ve- rimsizleşmiş sonrada medeniyetin izleri silinmiş bir bir. Tarih kendi kaderine terk edilmiş bir bakıma.

Şimdilerde su yeniden toprakla buluşunca, Harran’a bereket gelmiş. Arkasından da eski medeniyetin güzellikleri yeniden insanların ilgisini çekmeye başlamış.

Şanlıurfa’dan Harran 45 km mesafede. Şanlıurfa’nın büyüsünden henüz kurtulmamışken Harran’ın büyüsü sarıyor yüreğimizi. Suyun topraktan uzakta olduğu zamanlarda Çukurova’ya pamuk toplamaya giden köylüler şimdi kendi tarlalarında kendi pamuklarını topluyor.

Harran Şanlıurfa’nın küçük bir ilçe- si. Ancak bu küçük ilçe geçmiş tarihinde büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış. Fatımiler, Zengiler, Eyyubiler, Eme- viler, Abbasiler, Selçuklular gibi büyük medeniyetlerin izleri hala burada var. Anadolu’yu işgal eden moğullar şehri ellerinde tutamayacaklarını anlayınca talan etmişler. Yüzyıllarca ihtişam ile ya- şayan şehir bu talandan sonra bir daha eski günlerine dönememiş.

ADIYLA ÖRTÜŞEN KENT

Harran’ı uzaktan fark etmekte çok kolay. Harran ovasının düzlüğünde yükselen bir höyüğün dibinde ku- rulmuş. Eskiden höyüğün üzerinde kurulu bir şehirmiş.

Şanlıurfa için dinlerin kesiştiği şehir denilse de, Har- ran hem Hıristiyanlar hem Yahudiler hem de Müslüman- lar açısından önemli bir şehir. Hz. İbrahim Haranda yaşamış, Hz Yakup atıldığı kuyunun Harran’da olduğuna inanılıyor, Hz. Ademin dünyaya Harran’da geldiği iddiası var. Bazıları da Hz İbrahim’in Filistin’e gitmeden önce burada yaşadığı, kardeşi Aran (haran) dolayı bu şehre Harran denildiğini iddia ediliyor.

Bunlardan en ilginci belki de Harran’a en uygun olanı, adının Arapça’da, sıcak, ateş anlamına gelen Türkçe’de de kullanılan “Har” kelimesinden geldiği.

Eski Harran şehri höyüğün etrafında şekillenirken, höyüğün karşısında Kale ile korunmuş. Şehrin etrafı sur- lar ile çevriliymiş. Hala sur kalıntılarını yer yer görmemiz mümkün. Bazı kaynaklar surlarla çevrili şehrin altı ka- pısı, 187 adet burcu olduğunu saptamış. Kale zamana direnmeye devam ediyor. Ancak savaşlarda dev ordulara direnen surlar ve burçlar zamana, ilgisizliğe fazla dayanamayarak yıkılmışlar.

Harran’da höyüğün hemen eteklerine tutunmuş medrese ve Cami’den oluşan bir külliye kalıntısı dik- katimizi çekiyor. Bu yapı Emeviler döneminde yapıldığı tahmin ediliyor.

Bazı kaynaklar, caminin Sabilerin büyük Ay Mabedi (Sin Tapınağı) olduğunu, Hz. Ömer a camiye çevirdiğini, Sabilere kendi mabetlerini yapmaları için başka bir yer verdiğini söylemektedir. Bugün kalıntıları ayakta olan camii 744-750 yılları arasında Emeviler tarafından yaptı- rılmış, ulu camii olarak anılıyor.

Camii aynı zamanda Anadolu’da yapılan ilk üniver- site olma özelliğine sahip. Bu yapının sadece rasathane gözetleme kulesi olduğu sanılan yüksek kaidesi ayakta kalmış. 

HARRAN EVLERİ

Harran’ın dikkatimizi çeken güzelliklerinden birisi de Haran evleri. Başka yerde göremeyeceğimiz bu evler Anadolu insanının iklim ve coğrafya şartlarına göre yaptıkları görülmeye değer yerlerden birileri.
Konik kubbeli evlerin 300 yıla dayanan geç- mişleri var. Evler tarihi kalıntılardan çıkan tuğlalardan yapılmış. Dışardan bir çadırlar topluluğu görünümünü andıran evler tuğla ile örülmüş, çamurla sıvanmış. Evler yazın serin kışın sıcak olması sebebi ile iklim koşullarına en uygun ev- ler haline gelmiş. Üç yılda bir dış ve iç cepheleri çamurla sıvanıyor.

PERİBACALARI GİBİ

Evleri görünümleri ve duruşları ile çamurdan peri bacalarına benzetirsek abartı yapmış olmayız. Evlerin bu güzel görünümü ilgimizi çekerken tarihi binalardan sökülen tuğlalardan yapılmış olmaları ise bizleri düşünmeye sevk etmektedir.
1992 yılında 900 olan ve kümbet ev sayısı, yıllar içinde koruma eksikliği ve betonlaşma nedeniyle yapılan yıkımlarla 200’e düşmüş.. Bu dünyada eşine rastlanılamayacak kümbet evler Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu tarafından bi- rinci derece sit alanı ilan edilerek koruma altına alınmış.

Eskiden içerisinden geçen iki ırmağın hayat verdiği Harran, suların çekilmesi ile beraber yeşili kurumuş, medeniyeti solmuş bir hazan bahçesi- ne dönmüş. Suyun çekilmesi Hz İbrahim’i yak- mak için tutuşturulmuş bir ateş gibi Harran’ı çöle çevirmiş. GAP’ın bölgeye yeniden su getirmesi ile beraber, Harran yeniden yeşillerini giymiş, yeniden tarih ve kültür meraklılarının dikkatini çekmeyi başarmış.

Suya kavuşan; Harran doğal güzelliği ve ta- rihe gösterilen ilgi ile şimdilerde Hz İbrahim’in gül bahçelerine dönüşmüş.”Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve esenlik ol (enbiya-69)” denildiği gün gibi Harran, Haranlılara GAP’tan gelen su ile beraber serin ve esenlik günler yaşıyor.

ŞANLI URFA DESTANI

Urfa’ya Şanlı Urfa adı kahramanlık destanın dan dolayı alıyor. den 30-31 Ekim 1919 tarihinde Fransızlar tarafından işgal edilir. İşgal kuvveti 100 kadar Fransız, ve daha çok sayıda Müslüman sömürge askerinden oluş- muştur.
İşgalden sonra şehirde Müdafaayı Hukuk Cemiyeti örgütlenir ve ayaklanma hazırlığına girişir. 29 Aralık’ta Urfa’ya atanan Jandarma Ko- mutanı Yüzbaşı Ali Saip Bey Siverek’e giderek buradaki aşiretlerin desteğini sağlar. Aşiret kuv- vetlerinden oluşan bir birliğin başında 7 Şubat 1920’de Urfa yakınlarındaki Karaköprü köyüne gelir. Fransızlara şehri 24 saat içinde boşaltma- ları için gönderilen ültimatom kabul edilmeyince Müdafaayı Hukuk Cemiyeti milisleri ile birlikte şehri işgal eder ve Fransızları yerleştikleri bina- larda kuşatır. Suruç ve Akçakale’nin aşiretlerinin de katılmasıyla düşman kuvvetlerinin çok üzerin- de bir kuvvet oluşmasına rağmen, savaşanların düzenli birlik disiplininden uzak olmaları nedeniy- le kuşatma uzar ve çok kayıp verilir.

Kuşatmanın uzaması her iki tarafı da yıpratır ve karamsarlığa düşmelerine yol açar. Urfalılar sık sık resmi kuruluşlardan düzenli askeri birlik gönderilmesini ister, ancak düzenli birlik gönder- menin Fransa’ya savaş ilanı anlamına geleceği- ni düşünen [Ankara] hükümet[i] buna yanaşmaz. Erzaklarını tüketen ve artık katırlarını kesip ye- meye başlamış olan Fransızlar bekledikleri yar- dım da gelmeyince Urfa’dan şerefle ayrılmanın yollarını aramaya başlarlar. Arabuluculuk için şe- hirdeki Ermenilerden yardım isterlerse de Erme- niler bu konuda aracı olmayı reddederler. Bunun üzerine Fransızlar Amerikan yetimevi yöneticisi Miss Holmes’le bağlantı kurarlar. Müdafaayı Hu- kuk Cemiyeti ile yapılan görüşmelerden sonra birtakım şartlara bağlı olarak şehri terketmeyi ka- bul ederler. Buna göre şehirdeki Ermenilerin can güvenliği sağlanacak, Urfa’da ölen Fransızların mezarlarına saygı gösterilecek, ağırlıkların taşın- ması için yük arabaları ve deve verilecek, esirler iade edilecek ve Urfa eşrafından 10 kişi gidecek- leri yere kadar Fransızlara eşlik edecektir.

11 Nisan günü Fransızlar eşraftan on kişi yerine bir teğmen komutasındaki on jandarma eri eşliğinde Suruç yolundan Carablus’a doğru hareket eder. Ancak Fransızların şehri terketme- si Müdafaayı Hukuk Cemiyeti içinde tartışmala- ra yol açar. Ali Saip Bey önderliğinde bir kesim, Fransızların şartlarının kabulünü içlerine sindi- rememiştir. Fransızların geçeceği yol üzerinde Şebeke Boğazında pusu kuran milis ve aşiret kuvvetleri geceleyin Fransızlara saldırır. Üç saat süren çatışma sonunda Fransızlar 296 ölü ve 67 yaralı verir. 140 kadar Fransız da esir edilerek Urfa’ya getirilir. Urfa’nın kaderini belirleyen bu çatışma nedeniyle yıllar sonra TBMM kararıyla Urfa’ya “Şanlı” unvanı verilmiştir.

Şanlıurfa, çok tanrılı inançların yanı sıra birçok peygamberi bağrından çıkarmış, birçok pey- gamberin uğrak yeri olmuş ve bu yüce insanlara ev sahipliği yapmış bir şehirdir. Hz. İbrahim’in doğduğu ve ateşe atıldığı, Hz. Lût, Hz. İshâk, Hz. Ya’kûb, Hz. Yûsuf, Hz. Eyyûb, Hz. Elyesâ’, Hz. Şu’ayb, Hz. Mûsâ’nın bu bölgede yaşaması, Hz. İsâ (a.s.)’nın bu şehri kutsaması ve peygam- berlerin makamları, bu târihî şehrin “Peygam- berler Şehri” veya “Peygamberler Diyarı” adıyla anılmasını sağlamıştır.

Tarihsel birikimi ile birçok medeniyete beşik- lik eden bu şehir din, dil, ırk, kültür ve medeni- yetlerin buluştuğu, kaynaştığı, bir hoş görü şehri; dantel dantel işlenen Urfa taşı ile yapılmış han, hamam, konak ve evleriyle, geleneksel el sanatları, mutfak zenginliği ve damak lezzeti, dünyaya nam salmış musiki ustaları, yaşanan ve yaşa- tılan otantik ve mistik yapısıyla kültür ve folklor Şehri, Atatürk Barajı, Uluslararası Hava Limanı ve verimli toprağı ile Tarım ve Sanayi Şehridir…

Peygamberler şehri bu peygamberlere ait makam ve türbeler ile İnanç ve Kültür Turizmi; Karacadağ Kayak Merkezi ile Kış Turizmi, Ka- raali Kaplıcaları ile Termal Turizmi, Karacadağ ve Tek Tek Dağları’ndaki bitki örtüsü, hayvanları ile Yayla ve Av Turizmi, Atatürk Barajı ve Halfeti İlçesi ile Su Sporları Turizmi, Ceylan, At, Kelay- nak, Keklik ve güvercinleri ile Ornitoloji Turizmi ile önemli bir şehirdir.

*1988 tarihli Urfa İl Yıllığından kısaltılarak alınmıştır.

MOĞOLİSTANDAN FİNLANDİYAYA BELGESEL TADINDA GEZİ NOTLARI

GÖKTÜRK İMPARATORLUĞUNDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GÖKTÜRK KİTABELERİ TARİHİ 

Türk tarlhinin manevi tapu senedi Moğolistan Orhun vadlsinde bulunan 1500 yıllık tarihi geçmişe sahip GÖKTÜRK KİTABELERİ ile ilgili yılllardan beri araştırma ve belgesel çekimlerimize devam ediyoruz.

  MOĞOLİSTANDA YAPTIĞIMIZ ARAŞTIRMA 

Devr-i Alem belgesel program yönetmen ve yapımcısı İsmail KAHRAMAN 15-21 Haziran 2010 tarihinde Hun imparatorluığundan Göktürk imparatorluğuna, Moğol imparatorluğundan Uygur Türk imparatorluğuna Türk tarihinin kuruluş destanının yazıldığı Moğolistan da belgesel çekimi yaptı.   Göktürk Orhun kitabelerinin  bulunduğu tarihi  Karakurum ve Karabalgas  şehirlerin de  İlim Kültür Tarih Araştırmaları Merkezi http://www.iktav.com  olarak  araştırma yaptık. Bir çok tv kanalında yayınlanan  Devri Alem belgesel programı http://www.devrialem.tv olarak belgesel çeken araştırmacı gazeteci ve belgesel yönetmeni  http://www.ismailkahraman.net  in  kalem ve kamerasından  Moğolistanda belgesel tadında gezi notları.

MOĞOLİSTAN DA GÖKTÜRK  ORHUN  KİTABELERİ İLE İLGİLİ  ARAŞTIRMA YAZIM VE  BELGESELLERİMİZ

https://www.gebzegazetesi.com/mogolistan-gezi-notlari-makale,5697.html

   MOĞOLİSTANDA TÜRK TARİHİ BELGESELİ

   MOĞOLİSTAN GÖKTÜRK KİTABELERİ BELGESELİ 

    BELGESEL TADINDA  FİNLANDİYA DA DEVRİ ALEM

İlim Kültür Tarih ve Teknoloji Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi ve İlim Kültür Tarih ve Teknoloji Vakfı İşbirliğiyle dünya coğrafyasındaki kültür ve medeniyet tarihimizle ilgili araştırmalar yapıp birçok TV kanalında kültür hizmeti olarak yayınlanan Devri Alem Belgesel belgesel programı (www.devrialem.tv) olarak belgesel çekmeye devam diyoruz. Araştırmacı gazeteci ve belgesel yönetmeni İsmail Kahraman’ın şimdiki durağı Finlandiya! 23-26 Eylül 2023 tarihlerinde Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de yaptığımız araştırma, canlı yayınlar ve belgesel çekimlerimizi sizlerle paylaşıyoruz. 

Başta TGRT belgesel TV’de BRTV olmak üzere her gün birçok ulusal ve bölgesel TV’de yıllardan beri yayınlanan Devri Alem belgesel TV programı çekimi yaptığımız Finlandiya’da Türkiye’nin Helsinki büyük elçimiz Deniz Çakar Hanımla yaptığımız belgesel söyleşi BRTV’de haber olarak yayınlandı.

İlim kültür tarih araştırmaları merkezi http://www.iktav.com olarak dünya coğrafyasındaki kültür ve medeniyet tarihimizle ilgili araştırmalar yapıp birçok TV kanalında İlim kültür tarih ve teknoloji vakfı http://www.iktavvakfi.com kültür hizmeti olarak yayınlanan Devri Alem Belgesel belgesel programı (www.devrialem.tv) olarak belgesel çekmeye devam diyoruz. Araştırmacı gazeteci ve belgesel yönetmeni Olarak 23-26 Eylül 2023 tarihlerinde Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de yaptığımız araştırma, canlı yayınlar ve belgesel çekimlerimiz de yaptığımız araştırma gezi notlarını sizlerle paylaşıyoruz.

TGRT DE  MOĞOLİSTAN DA TÜRK TARİHİ BELGESELİMİZ  YAYINLANIYOR

https://www.facebook.com/share/v/PTuGgXMMHNMsF9vt/?mibextid=WC7FNe

https://www.facebook.com/share/v/egKhTWA4PUaLAtdj/?mibextid=WC7FNe

An itibari ile   17 Nisan 2024 TGRT belgesel tv de yayınlanan devri alem belgesel programımız da    2010  tarihin de İlim kültür tarih araştırmaları Merkezi  http://www.iktav.com Kültür hizmeti olarak  MOĞULİSTAN DA TÜRK  TARİHİ BELGESELİMİZ  YAYINLANIYOR 

https://www.facebook.com/share/v/82xaGKbi9ydxBZzg/?mibextid=WC7FNe

13 yıldan beri TGRT belgese  tv de  her gün sabah 07 gündüz 12 ve gece 03 de yayınlanan devri alem belgesellerimizi http://www.devrialem.tv  ve http://www.belgeselyayincilik.com Web tv kanalınızdan da izleyebilir http://www.ismailkahraman.net ve http://www.gebzegazetesi.com da belgeselcinin not defteri köşemizde  40 yıldan beri yayınlanan makalemiz de  okuyabilir görüş öneri ve yorumlarınızı bizlerle paylaşabilirsiniz

2024 FİNLANDİYA  TÜRKİYE ARASINDA DİPLOMATİK İLİŞKİLERİN KURULUŞUNUN 100 YILI

Finlandiya ile Türkiye Arasındaki Dostluk Anlaşmasının 100. Yılı Kutlandı

Finlandiya ile Türkiye’nin diplomatik ilişkilerini kuran dostluk anlaşmasının 100. yıl dönümü vesilesiyle başkent Helsinki’de, UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde kayıtlı Göbeklitepe’yi de kapsayan “Taş Tepeler” projesinin sunumu yapıldı.

Türkiye’nin Helsinki Büyükelçiliğinden yapılan açıklamaya göre, Türkiye Turizm Tanıtma ve Geliştirme Ajansı (TGA) ve Büyükelçilik tarafından organize edilen etkinliğe, İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Karahantepe Kazı Başkanı Prof. Dr. Necmi Karul, konuşmacı olarak katıldı.

İlki Helsinki Üniversitesinde yapılan etkinlik,Helsinki Belediyesi binasında halka açık şekilde devam etti (kaynak.  https://halkapinar-haberler.com.tr/finlandiya-ile-turkiye-arasindaki-dostluk-anlasmasinin-100-yili-kutlandi/)

   FİNLANDİYA DAN ZİYARETÇİMİZ VAR

FİNLANDİYA DA   TÜRK İSLAM  TARİHİ BELGESEL ÇEKMEMİZE   REHBERLİK YAPIP  KARABÜK  BRTV TV NİN SAHİBİ MEHMET ÇETİNKAYA İLE BİZLERİ  BAŞKENT  HELSİNKİDE   MİSAFİR EDİP AĞIRLAYAN KARABÜK  EFLANİLİ M.Ali YILDIZ BEY İLE GEBZEDE  KÜLTÜR  TURU YAPTIK

KENDLSİNE http://www.iktav.com ARAŞTIRMA MERKEZİNE YAPTIĞI NAZİK ZİYARET   İÇİN TEŞEKKÜR EDERİZ

BELGESEL TADINDA HELSİNKİYE  SELAM  OLSUN

TÜRKİYENİN FİNLANDİYA BÜYÜKELÇİSİ İLE BELGESEL SÖYLEŞİ BRTV DE YAYINLANDI 

Başta TGRT belgesel tv  be BRTV olmak üzere her gün bir çok ulusal ve bölgesel tv de yıllardan beri yayınlanan devri alem belgesel tv programı çekimi yaptığımız Finlandiya da Türkiye’nin Helsinki büyük elçimiz Deniz Çakar hanımla yaptığıımız  belgesel söyleşi BRTV de haber olarak yayınlandı 

 İlim kültür tarih araştırmaları merkezi http://www.iktav.com olarak dünya coğrafyasındaki kültür ve medeniyet tarihimizle ilgili araştırmalar yapıp birçok TV kanalında İlim kültür tarih ve teknoloji vakfı http://www.iktavvakfi.com  kültür hizmeti olarak yayınlanan Devri Alem Belgesel belgesel programı (www.devrialem.tv) olarak belgesel çekmeye devam diyoruz. 

Araştırmacı gazeteci ve belgesel yönetmeni Olarak  23-26 Eylül 2023 tarihlerinde Finlandiya’nın başkenti Helsinki’de yaptığımız araştırma, canlı yayınlar ve belgesel çekimlerimiz de yaptığımız araştırma gezi notlarını sizlerle  paylaşıyoruz.

FİNLANDİYA DA BELGESEL TADIN DA GEZİ MOTLARI 

FİNLANDİYA’da Kültür-Medeniyet Tarihi Araştırma ve Belgesel Çekimi Notları

 MOĞOLİSTAN DA GÖKTÜRK  ORHUN  KİTABELERİ İLE İLGİLİ  ARAŞTIRMA YAZIM VE  BELGESELLERİMİZ

https://www.gebzegazetesi.com/mogolistan-gezi-notlari-makale,5697.html

https://www.facebook.com/share/v/PTuGgXMMHNMsF9vt/?mibextid=WC7FNe

https://www.facebook.com/share/v/egKhTWA4PUaLAtdj/?mibextid=WC7FNe

MOĞOLİSTAN GEZİ NOTLARI

GÖKTÜRK İMPARATORLUĞUNDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE 

BELGESEL TADİN DA MOĞOLİSTAN DA  DEVRİ ALEM

                          Yazan:  İsmail KAHRAMAN  ( Belgesel Yönetmeni)

Devr-i Alem belgesel program yönetmen ve yapımcısı İsmail KAHRAMAN 15-21 Haziran 2010 tarihinde Hun imparatorluığundan Göktür imparatorluğuna, Moğol imparatorluğundan Uygur Türk imparatorluğuna Türk tarihinin kuruluş destanının yazıldığı Moğolistan’da belgesel çekimi yaptı.   Göktürk Orhun kitabeleri nin  bulunduğu tarihi  Karakurum ve Karabalgas  şehirlerin de  İlim Kültür Tarih Araştırmaları Merkezi www.iktav.com  olarak  araştırma yapıp bir çok tv kanalında yayınlanan  Devri aleme belgesel programı www.devrialem.tv olarak belgesel çeken araştırmacı gazetesi ve belgesel yönetmeni  www.ismailkahraman.net  in  kalem ve kamerasından  Moğolistan  da belgesel tadın da   gezi notları.

      Moğolistan’da Türk tarihini araştırdım.Bilge Kağan’ın Nasihati

Daha ilkokul sıralarında Hunlar, Göktürkler, Oğuzlar, Selçuklular ve Osmanlıların tarihlerini okuyarak büyüdük. Bilge Kağan’ın nasihatinin yer aldığı Ötüken diyarı ve Orhun Abideleri hayallerimiz de yaşamıştı. Bilge Kağan’ın 1300 yıl önceki nasihati kulaklarımızda çınlar, onu duyar gibi oluruz. Orhun Abideleri ve Ötüken diyarına gitmeyi hep hayal etmişimdir. Ötüken diyarı ve Orhun Abidelerine gitmek, Hunlar, Götürkler, Uygurların dünyaya hakim olduğu dünyaya gitmek artık hayal değil. Yol uzak olsa da artık Ötüken diyarına gidebiliyoruz. Ünlü Göktürk devletinin kurucusu Bilge Kağan asırlar öncesinden bugünleri görmüş gibi. Bugün Türkiye Cumhuriyeti olarak Bilge Kağan’ın nasihatine ne kadar muhtacız.

Bilge Kağan’ın nasihatini, Orhun Abidelerine kazıdığı Moğolistan’ın Orhun vadisi ve Ötüken diyarında görmek üzere yıllardan beri beklediğim fırsat nihayet ayağıma geliyor. Türkiye’nin önemli akademisyenlerinden Kırklareli Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sefa SAYGILI’dan; “Moğolistan’a gidiyoruz, seni de aramızda görmek istiyoruz” davetini aldığımda bir anda aklıma Bilge Kağan’ın Türk Milletine 1300 yıl önce söylediği nasihatler geldi. Bilge Kağan 1300 yıl önce şunları söylüyordu.

“Tahta oturduğumda, şuraya buraya dağılmış olan milletim ölüp biterek, yaya ve çıplak olarak geri geldi. Milletimin adı yok olmasın, töre yok olmasın diye gündüz oturmadım, gece uyumadım. Gözden yaş gelse önleyerek, gönülden çığlık gelse geri çevirerek düşündüm. İyice düşündüm. Milletimi kalkındırayım, besleyeyim diye; kuzeye, güneye ve doğuya oniki büyük sefer yaptım, savaştım. Ondan sonra, Tanrı bağışlasın, talihim ve kısmetim var olduğu için, Ötüken’i il tuttum. Açları doyurdum, çıplakları giydirdim. Yoksul milleti zengin kıldım. Az milleti çoğalttım. Artık kötülük yok. Ve Türk Kağanı mukaddes Ötüken Ormanında oturdukça ülkede sıkıntı olmayacak, töre yaşayacak. 

Türk, Oğuz Beyleri, Milletim, işitin!

Üstte mavi çökmese, altta yağız yer delinmese senin ilini ve töreni kim bozabilir?

EY TÜRK TİTRE VE KENDİNE DÖN!‘’

Evet, Bilge Kağan’ın nasihati bugünler içinde geçerli. Bilge Kağan’ın nasihatine ne kadar çok muhtacız. Türk Devleti’ni yıkıp yok etmek için içte ve dıştaki hainlerin işbirliği yaptığı bir dönemde tarihe ilk kez devletlerine Türk adı veren Orhon ve Ötüken diyarından tüm dünyayı idare etmek üzere yola çıkan bir milletin mensubu olarak Ötüken’e gideceğiz. Planımızı yaptık. Moskova üzerinden Göktürk ve Uygur Türk İmparatorluklarının kurulduğu Moğolistan’a gitmek üzere 15 Haziran 2010’da yola çıkıyoruz.

Moğolistan’da Orhun Abidelerine gidiyorum

     Yine yollardayız. Türk Dünyası Coğrafyasında Kültür ve Medeniyet tarihimizi araştırmak ve belgesel çekmek için çok uzaklara gidiyoruz.  Şimdiki durağımız Moğolistan. Çok önemli Akademisyen ve Profesörlerden oluşan gönül dostları Gurubu’nun davetlisiyiz. 

     Türk tarihinin manevi tapu senedi olan Moğolistan’da, Orhun abidelerinde araştırma yapıp belgesel çekmek üzere 15 Haziran 2010 tarihinde saat 10:00’da Atatürk havalimanında gönül dostlarıyla buluşuyoruz. Heyette Prof. Dr. Sefa SAYGILI, Prof. Dr. İbrahim BALCIOĞLU, Prof. Dr. Orhan GEDİKLİ ile birlikte 8 profesör ve diğer arkadaşlarımızla toplam 16 kişiyiz. Moskova üzerinden Orhan Abidesine gidecek olmak gerçekten heyecan verici. 20 yıl önce bunu hayal etmek akla ziyandı. Artık her şey değişti. Rus hava yolları uçağıyla Moskova üzerinden 10 saat sürecek Uçak yolculuğu ile Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur’a gitmek üzere uçağımız saat 13.00’da Atatürk havalimanından havalandı.

     Uçağımız Karadeniz, Kırım ve Ukrayna semalarında kuş gibi uçarken Türk tarihinin muhteşem geçmişini hayal ediyorum. Uçağımızın penceresinden bir pamuk tarlası gibi beyaz bulutları seyrederken, Türk tarihinin ihtişamlı geçmişini adeta yaşar gibi oluyorum. Türk tarihinin büyük imparatorluklar kurduğu Ötüken diyarı ve Orhon vadisine Moskova üzerinden üstelik Rusya uçağıyla giderken içimde adeta fırtına kopuyordu. 

Geçmişte “Komünistler Moskova’ya” diyorduk, şimdi artık “Türk kültür tarihini araştırmak isteyenler Moskova üzerinde Moğolistan’a” diyeceğiz. Dünyanın birçok yerine zarar etse de uçak uçuran Türk hava yolları her nedense kültür ve medeniyet tarihimizin destanlarının yazıldığı Moğolistan’a uçmaması Türk hava yolları ve Türkiye devletinin büyük ayıbı olsa gerek. Bu karmaşık duygularla Türk Tarihi’nin muhteşem geçmişi bir film şeridi gibi gözlerimin önünde canlanıyor.

Dünya Tarihi incelendiğinde Türk milletinin özel bir yere sahip olduğu görülür. Türkler, kurdukları medeniyetlerle insanlığa hizmet etmişler, kendi istekleriyle İslam’ı kabul ettikten sonra ilay-ı kelimetullah için zaferden zafere koşmuşlar. Türk milleti tarih boyunca hep cihanşümul devletler kurdu. Ancak hiçbir zaman sömürgeci bir devlet olmadı. İnsanlık için çalıştı. Bu yüzden gittiği yerlerde hep bir kurtarıcı olarak karşılandı. Hep bir kahraman olarak anıldı. Tarihin akışı, Türk’ü Büyük Okyanus’tan Atlas Okyanusu’na kadar yayıp dağıttı. Bu yayılış ve dağılışta yeni yurtlar edinirken sayısız savaşlar yaptı. Girdiği savaşlarda bir an olsun gözünü kırpmadı. Ölüme bir gül bahçesine girer gibi koştu. Yeryüzünde şehit Türk askerinin kanıyla sulanmamış çok az toprak parçası vardır. Yabancılar Mehmetçiğin başarılarını her zaman hayranlıkla ve şaşkınlıkla izlediler. Bugün yalnız Türk tarihi değil bütün dünya tarihi onun kahramanlığını takdirle yad eder.

8000 yıllık Türk tarihi’nden satır başları…

Türkler, çok eski çağardan beri Orta Asya’daki ana yurdundan türlü yönlere dalga dalga yayıldılar. Büyük devletler kurarak, dünya medeniyetine önderlik ettiler. Türkler, Dünyanın en köklü, en büyük uluslarından biri oldu. Geçmişi M.Ö. 6000 yıllarına uzanıyor. Tarih boyunca farklı coğrafyalarda; Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında hiçbir ulusun ulaşamayacağı 100’ün üzerinde devlet, 16 imparatorluk kurdu. Bin bir güçlükle pençeleşerek ayakta durmayı başardı. Kimi zaman Hunlar, Göktürkler, Uygurlar adıyla dünya tarihinde söz söylediler, kimi zaman da Oğuzlar, Selçuklular, Osmanlılar adıyla tarihlerini zaferlerle taçlandırarak büyük bir gayenin, sevginin, adaletin ve hoşgörünün destanını yazdılar.

Bugün de Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak hep mazlumun yanında yer aldı, barışın ve adaletin temsilcisi oldu. Türkiye devletini yıkıp yok etmek için içte ve dışta çeşitli planlar yapılmakta. Bilge Kağan’ın nasihati çoktan unutuldu. Küçük siyasi hesaplar uğruna bağımsız tek devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamak ve yok etmek için planlar yapılırken, tarihten ders ve ibret alma yerine hep birbirimizi suçlamaktayız. Keşke Bilge Kağan’ın nasihatine kulak verebilsek. Uçağın penceresinden dışarıyı seyrederken Bilge Kağan’ın o ünlü nasihati dudaklarımdan dökülüyordu. Bilge Kağan ne kadar da güzel söylemiş;

Türk, Oğuz Beyleri, Milletim, işitin!

Üstte mavi çökmese, altta yağız yer delinmese senin ilini ve töreni kim bozabilir?

EY TÜRK TİTRE VE KENDİNE DÖN!‘’

Evet, Türkiye’yi yönetenler, etkili ve yetkili olanlar titreyip kendine dönme yerine, basit menfaatler, siyasi ve ekonomik hırslarla ortalığı yıkıp dökmekte. Beni içinde bulunduğum derin düşüncelerden, hostesin uçağımız Moskova havalimanına geçti, lütfen kemerlerinizi bağlayın anonsu ile kendime geliyorum. Uçağımız bulutların arasından bir kartal gibi süzülerek, yeşillikler içerisinde ki bir zamanların Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği yani kısaca Komünist Rusya’nın başkenti Moskova üzerinde uçarken Moskova şehrinin ne  kadar planlı olduğunu gördüm. 

Dev gökdelenlerin yanında, çam ağaçları arasında ırmak, göl ve kanallarla Moskova’nın ne kadar güzel planlandığına şahit oluyorum. Yağmurlu bir havada uçağımız Moskova havalimanına iniş yaparken 2 saat 40 dakikalık Türkiye Moskova uçuşunun da sonuna gelmiş oluyoruz. Türkiye ile Moskova arasında 1 saatlik zaman farkı var. Polis kontrolünden geçip Moskova’dan Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur’a gitmek üzere yine iknci bir uçağa bineceğiz. Bekleme salonunun penceresinden Moskova üzerinde batmakta olan güneş bana farklı duygular yaşatıyor. Yasak olmasına rağmen kameramı çalıştırarak tarihe ve zamana not düşüyorum.

Moskova’dan Moğolistan’ın başkenti Ulan Batur’a gidiyoruz

Hun, Göktürkler, Moğollar ve Uygur Türk İmparatorluklarına başkentlik yapmış, Moğolistan’a gitmek üzere Rus Hava yollarına ait uçakla Moskova’dan Moğolistan’a gitmek üzere saat 20:40’da havalanıyoruz. Bulutları bir füze gibi delen uçağımız,  yönünü kutuplara çeviriyor. Kutuplar üzerinden Moğolistan’a daha kısa zamanda gideceğiz. GÜNEŞ batmak üzere, saatler süren yolculuk başlıyor. Güneş battığı halde etraf halen aydınlık. Güneşin battığı yerdeki kızıllık sürüyor. Kuzey Kutbuna yaklaştıkça hava iyice aydınlanıyor. Bir süre sonra, Güneşin battığı yerdeki kızıllık daha da artıyor ve Güneş adeta baktığı yerden doğmaya başlıyor. Dehşetle güneş battığı yerden doğuyor diye etrafımdakilerle konuşuyorum.

Gezi heyetinde olan fizik konusunda da geniş bilgiye sahip Prof. Dr. Sadık ŞENÇAN kutuplara yaklaşıldığı için açının farklı olduğu aslında güneşin kutupların doğu tarafından doğduğunu söylüyor. Güneş ışıkları etrafı aydınlatmaya başlayınca derin vadiler, yüksek karlı dağlar, göller, ırmaklar ve çöller üzerinden uçağımız Moğolistan’a doğru uçmaya devam ediyor. Ulanbatur’la Moskova arası uçakla 6 saat ancak 4 saatlik zaman farkı olduğundan gün Moğolistan da yeni başlıyor.

 Uçağımız Ulanbatur hava limanı için alçalmaya başlayınca bende kameramı çalıştırıp uçağın penceresinden Moğolistan’ın uçsuz bucaksız ovalarını görüntülemeye çalışıyorum. Bira ara çekimleri bırakarak, uçağın penceresinden bu coğrafyada kurulan Hunlar, Göktürkler, Moğollar ve Uygur Türk devletinin ihtişamlı geçmişi gözlerimin önüne geliyor. Bu coğrafya da kurulan imparatorluklar dünyayı hâkimiyeti altına almış, büyük okyanustan Atlas okyanusuna kadar coğrafyada hükümler sürmüş Atilla, bu coğrafyalara çıkıp, Avrupa Hun imparatorluğunu kurarak, Dünya ya nam salmıştı. Göktürkler, Moğollar ve Uygurlar, bu uçsuz bucaksız Moğolistan coğrafyasında imparatorluklar ve devletler kurmuşlardır. 

Uçağımız, Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur’a iyice yaklaşıyor. Moğolistan şehirlerini çok rahat görebiliyorum. Gobi çölü, Orhun ırmağı, Ötüken ormanları, Altay dağlarını seyrederken, yine tarihin derinliklerine dalıyorum. Uçsuz bucaksız Moğolistan ovaları ve yeşil dağlar, beni bu coğrafyada kurulan Hun imparatorluğunun ihtişamlı geçmişine götürüyor

Asya’da Türk siyasi tarihi Hunlarla başladı.

Büyük Hun imparatorluğu Moğolistan coğrafyasında doğmuştu. M.Ö. 3. yüzyılda tarih sahnesine çıkan Hun Devleti, Mete Han’ın yönetiminde güçlü bir devlet haline geldi. Moğolları yenen Mete Han, Çin’in Batı kapıları ile ticaret yollarını kontrol altına aldı. Hun Devletiyle başlayan büyüme Türklerin Anadolu kapılarına kadar gelmesiyle zirveye ulaştı.

Tarihte ilk Türk devleti Hun imparatorluğu

Türklerin tarihte bilinen ilk devletleri Asya Hun İmparatorluğudur. Tahmini yüzölçümü Otuz Milyon km. üstündedir. Bu imparatorluk ilk defa dağınık halde bulunan Türkleri tek bayrak altında toplamış tek Türk devletidir.

Kuruluşu M.Ö. 216 yılına tekabül eder. Fakat bu kadar ihtişamlı bir devlet kuran bir devletin geçmişi çok daha eskilere dayanır.

Türklerin göçebe hayat yaşamalarından dolayı kendi kültürlerini kaybetmemişlerdir. Sürekli münasebet içinde yaşadıkları Çinliler Türklerle ilgili kayıtları tutmuşlar fakat bu konuda ciddi çalışmalar maalesef yapılmadı.

Türk devletleri kendilerine başkent olarak genelde kutsal olarak saydıkları Ötüken şehrini seçmişler Asya Hun İmparatorluğu ve Göktürkler bunların en önemlileridir.

Dünyanın 7 Harikası’ndan birisi sayılan ve 2200 km. üstünde bir uzunluğa sahip olan Çin Şeddi Türk akınlarını önlemek için yapıldı. Bu seddin yüksekliği 12 km.yi geçmektedir. Fakat bu sedde rağmen Türk akınları engellenemedi.

Türk devletlerinin yıkılmasının en önemli sebebi şüphesiz entrikalar ve birbirlerine düşmedir. Bunun için özellikle Çinliler, Türk hanedan mensuplarını Çin’li prenseslerle evlendirmek istediler.

Ayrıca Türkleri ipekli kıyafetlere özendirerek yerleşik hayata geçirmeye çalıştılar. Fakat Türkler ipekli kıyafetlere de pek itibar etmedi. İpekli giysiler şüphesiz lüks yaşamı ve israfı getirecekti.

Türk ordusunun temeli Hun hükümdarı Mete Han’ın kurmuş olduğu orduya dayanır. Mete Han Türk ordusunun onbaşı-yüzbaşı-binbaşı şeklinde sisteme ayırdı. Ayrıca atların rengine göre birlikleri ayırdı. Türk ordusunun temeli ikibin yılın üstündedir.

Hunların yıkılmasından sonra Orta Asya’da büyük bir iklim değişikliği oldu. Bu değişiklikten sonra Türkler kendilerine yeni yurtlar bulmak için değişik bölgelere göç ettiler.

Bu göçlerin büyük kısmı Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya yapılan göçlerdir. Göçler sonunda Roma İmparatorluğu Doğu ve Batı diye ikiye ayrıldı. Avrupa’da 375 tarihinde Avrupa Hun imparatorluğu kuruldu. Bugünkü Avrupa’nın etnik yapısı oluştu. İlk çağ sona erdi. Ortaçağ başladı.

Avrupa’da Türk akınları İskandinav Yarımadası’na kadar sürdü. Batı Hıristiyanlığı’nın merkezi Roma’ya ve Doğu Hıristiyanlığının merkezi İstanbul’a sefer düzenledi. Hem Doğu hem de Batı Roma itaat altına alınıp vergiye bağlandı.

Avrupa bu anları, Türklerin ilerleyişini tarihin hiçbir döneminde unutmadı. Bugün özellikle İtalya’dan “Eyvah Anne Türkler geliyor” sözü o zamandan kalmadır.

Türk göçleri sadece Avrupa’ya (Batı’ya) olmadı. Sibirya, Hindistan, Anadolu, Kafkasya, Mısır gibi bölgelere de yapıldı. Türklerin göçlerdeki en önemli etkenleri “Cihan Hâkimiyeti” anlayışıdır.

TÜRKLER 116 DEVLET 16 İMPARATORLUK KURDU

Türkler dünyanın en kahraman, savaşçı ve teşkilatçı topluluğudur. Bundan dolayı tarihte 16 büyük imparatorluk, 116 tane devlet kurdular. Bu imparatorluk bugün Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldızda sembol iye edilir. Ortadaki güneş ise Türkiye Cumhuriyeti’ni işaret eder.

Bu derin düşüncelerden yine Hostes’in İngilizce ve Rusça yaptığı kemerlerinizi bağlayın, uçağımız Moğolistan Ulanbatur Cengizhan havalimanına geçti anonsu ile kendime geliyorum.

Evet, artık araçları, yeşil ovalardaki göçebe Moğolların yaşadığı beyaz çadır evleri rahatça görebiliyorum. Bu coğrafya sanki bize hiç yapancı değil, Kendimi bir anda Anadolu’daki bozkırlarda ve Karadeniz yaylarında hissediyorum.

Uçağımız iniş için bir kaç kez tur atıyor ve iyice alçalıyor. Ulanbatur şehri uzaktan bozkırın içerisinde bir vaha gibi beliri veriyor. Büyük binalar, geniş site evler şehrin varoşlarındaki göçebe çadırları ile Ulanbatur’da sanki zaman durmuş, geçmişle bugün iç içe yaşıyor. Dağların arasında uçağımız bir kartal gibi süzülerek Tuz ırmağı vadisinden geçip, Ulanbatur Cengiz han havalimanına iniş yaptığında Moğolistan saati ile saatler sabahın 08:00’ini gösteriyordu. 6 saat süren uçak yolculuğumuz sona eriyor. Pasaport kontrolü için sıraya girip, kontrolden sonra  kendimizi havalimanı dışına atıyoruz. Tatlı bir hava bahar esintisi ve serin rüzgarla sabah güneşi sanki bize atalarınızın diyarı Moğolistan’a hoş geldin diyordu.

Moğolistan’da bizi gezdirecek,Tur firmasının yetkilileri bizi karşılıyor, kısa bir yolculuktan sonra, Ulanbatur merkezdeki Alman oteller zinciri Kempisky Khan Palece otele yerleşiyoruz.

TÜRKİYENİN MOĞOLİSTAN BÜYÜKELÇİSİ İLE SABAH KAHVALTISI

Moğolistan’daki kültür tarihi gezimize hızlı başlıyoruz. İlk belgesel çekimlerimize Moğolistan’ın Türkiye Büyükelçisi Asım Arar ile başlayacağız. Kendisi ile önce otelde sabah kahvaltısı yapıp, sohbet ediyoruz. Bize bazı belgesellerimizi izlediğini ve yazılarımızı takip ettiğini söylüyor. Moğolistan Türkiye ilişkileri hakkında sorularımızı cevaplandırıyor. Türkiye’nin Moğolistan’a yaptığı kültürel yatırımlar hakkında bilgiler alıyoruz. 

Büyükelçi Arar’dan, araştırma yapmak ve belgesel çekmek için gittiğimiz Moğolistan’da yaşayan 200 civarında Türk’ün olduğunu öğreniyoruz. Bir kaç Türk işadamı 10 milyon dolar dolayında ticaret hacmi ile Türkiye Moğolistan’da varlık göstermeye çalışıyor. Büyükelçi bir Türk gazetesinde “Moğolistan’da Kadın nüfusu fazla, Moğollar damızlık Türk erkekleri istiyor” başlığı ile çıkan yalan haber yüzünden çok zor durumda kaldıklarını söyledi ve basından şikâyetçi oldu. Moğolların çok onurlu bir millet olduğunu ve bu yalan haberi hazmedeceğinden bahsetti.

Moğolistan’a daha çok Kere’lilerin ve Avrupalıların ticari ve kültürel yatırımlar yaptığını söyledi. Büyükelçi Arar dan Göktürkler, Hunlar ve Uygur İmpatorlukları ile ilgili Türk üniversitelerinde araştırma merkezi ve endüstrilerinin neden olmadığını sorduğumuzda çok acı bir cevap alıyoruz. Türkiye’deki kurum ve kuruluşlar burası ile yeteri kadar ilgilenmiyor. Hatta düzenlenen bir kaç resmi gezi bile basit sebelerle iptal edildi.

 Resmi bir gezi için, Türkiye’den Ulanbatur’a gelecek uçak için Rus devlet yetkililerinden izin alma işlemi unutulduğundan gezinin gerçekleşmediğni söylüyor. Ve şu acı gerçeği ifade ediyor. “TÜRKİYE’DEN KENDİ İMKANLARI İLE İLKEZ MOĞOLİSTAN’A GELEN ARAŞTIRMA VE TURİST GURUP SİZSİNİZ. KEŞKE SİZİN GİBİ TÜRK GURUPLARI GELEBİLSE. SİZLER ÖNCÜ OLURSUNUZ” sözleri halen kulaklarımda çınlıyor. Türkiye’deki kurum ve kuruluşlar Atalarımızın diyarı Moğolistan’a ilgi göstermeli ve Moğolistan’la ilgili üniversitelerimiz de araştırma endüstrileri kurulmalı. Hunlardan Göktürklere Moğollardan Uygur Türk imparatorluğuna televizyon dizileri ve filmler çekilmeli.Verdiği bilgiler için büyük elçi Arar’a teşekkür ediyoruz…

MOĞOLİSTAN’IN BAŞKENTİ ULANBATUR’U GEZİYORUZ

Moğolistan her bakımdan enteresan bir ülke. Otelden şehir merkezine doğru giderken, elimdeki araştırma notlarımı karıştırıyorum. Türkiye’nin iki katı büyüklüğündeki Moğolistan coğrafyasın da sadece 3 milyon kişi yaşıyor. Özetle elimdeki notlardan derlediğim bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Orta Asya’da ilkel göçebelerin nüfusun %30’unu oluşturduğu, Kuzeyde Rusya, Doğu-Güney ve Batı’da Çin Halk Cumhuriyeti, en Batı’da birkaç mil Kazakistan’a komşu 1.564.116 km2 alanda dünyanın 17. Asya nın en büyük toprakları. Yüzölçümü itibariyle karşılaştırmada Fransa’nın üç katı, Fransa ve Almanya’nın toplamı kadar olmasına rağmen; Moğollar, Kazaklar, Tuvalar, Türkler, Ruslar ve Çinlilerden oluşan 3,2 milyon kişi ile nüfus yoğunluğu en düşük topraklardır.

 Batıda yüksek Altaylar ile, kuzeyde yoğun orman örtüsü, doğuda çorak bozkır ve güneyde Gobi Çölü ile çevrilidir. Ülke topraklarının büyük bölümü bozkırdır. Denize çıkışı olmayan nehirler ve vadileri ile çok sayıda tuz gölü bulunur. En yüksek noktası ise en batıda 4374 m. ile ölçülür.Coğrafi olarak üç parçaya bölünmüştür. Bunlar; Moğolistan Halk Cumhuriyeti, Çin’e bağlı iç Moğolistan ve Rusya’ya bağlı olan Buryat Özerk Bölgesi’dir.

Moğolistan günümüzde “Bağımsız Parlamenter Demokrasi” ile yönetilmektedir.

Moğolistan’da gezdiğimiz 5 gün boyunca bu coğrafyanın özelliklerini bire bir yaşacağız. İnsanlarla konuşup, Moğol çadırlarında konaklayıp yemekler yiyeceğiz. Kendimizi bazen dağlara, bazen yeşil ovalara atarak, buz gibi çağlayarak akan ırmaklara ayaklarımızı sokarak, Moğolistan coğrafyasını hissedeceğiz.

Aracımız şehir merkezine doğru ilerlerken, trafik çeşmekeşliğinin burada yaşandığını görüyoruz. Trafik tam bir rezalet. Rus yapımı en eski araçtan, son model jeeplare bir çok araç Ulanbatur yollarında Arzu endam ediyor. Ruslardan kalma eski binaların yanında yeni plaza ve gökdelenler Ulanbatur’u süslerken, Ulanbutur şehrinin etrafı Moğolların Ger dediği Yörük çadırları sanki bir çadır kent haline gelmiş. Çadırlar ve evlerin etrafı tahta çitlerle koruma altına alınmış. Ulanbutur’un genel manzarasını seyrederken şehir meydanına geliyorum.

MOGOLİSTAN’DA NUFÜSÜN YARISI ULAN BATUR’DA YAŞIYOR

Şimdi Kızıl Kahraman anlamına gelen ve tarihi geçmişi fazla olmayan Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur’la ilgili bilgiyi sizlerle paylaşalım.

Moğolistan’da nüfusun yarısı başkent Ulanbatur’da yaşar. Ülkede yegane iş finans, kültür, bilim, politika merkezidir. 1639’da URGUU adındaki taşınan manastır şehri, Selenge, Orhun ve Tuz nehirleri boyunca konuşlanmıştır. Daha sonra Pekin -Kyakhta güzergâhında karavan güzergâhı olmuştur. Şehirde halen 1940-1950 Sovyet tarzı gökdelen mimarisi görülmektedir. Ancak son yıllarda Sovyet tarzı gökdelenler değiştirilerek yerlerine küçük yeni binalar yapılmaktadır. Şehirde büyük bir inşaat faaliyeti göze çarpmakta büyük bina inşaatlarının yol ve alt yapı inşaatlarına hız verildiğini görüyorum.

ULANBAATAR SUKHBAATAR MEYDANINDAYIZ

Başkent Ulanbatur’da ilk durağımız şehir merkezindeki meydan oluyor. Merkezde ünlü Moğol İmparatoru Cengiz Han heykeli yer alıyor.  Komünist Rus döneminden kalma büyük parlemonto binası komünizmin güç sembolü olarak, halen insanların hafızasında yer ediyor. Meydanın bir köşesindeki Lenin heykeli Moğollarının halen Lenin’e saygı ve sevgisini ifade ediyor. 

Bu meydanın 1921 Rus Bolşevik ihtilalındaki adı ‘Daimdin Meydanı’ idi. Meydan her yaştan Moğollar tarafından doldurulmuş durumda. Üniversiteyi yeni bitiren Moğollu gençler hatıra fotoğrafı çektirip, keplerini havaya atıyorlardı. Bizde bu törenlere kameramızla şahitlik yapıyoruz. Moğollu çiftler çocuklarını gezdiriyor. Banklarda yaşlı Moğollular geleneksel elbiseleri ile dikkat çekerken, yakalarındaki madalyonları gururla gösteriyorlar. Meydan tam bir panayır havasında. Canlı hareketliliğe bizde kendimizi kaptırıp, çocuklarla gençlerle, hatıra fotoğrafı çektirip, kameramızla tarihe not düşüyoruz. 

Çok geniş bir alana sahip olan bu meydan da hükümet sarayı, merkezi posta hane, kültür sarayı gibi devlet binaları yer alıyor. 

Meydanda Cengiz Han anıtından başka, onun iki önemli generalinin heykeline vardır. 

ULANBATAR ULUSAL TARİH MÜZESİNDEYİZ

Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur’daki şimdiki durağımız müzeler olacak. Bu müzeler, Moğolistan’da tabiatta bulunarak seçilmiş objeleri sergilemek üzere 1924 yılında kurulmuş olan müze, 1956 da şimdiki yerindeki binaya geçene kadar geçen süre içinde jeolojik ve paleontolojik flora ve fauna yelpazesinde büyük bir obje çeşitliliğine ulaşmıştır.

Müze 1991 yılında yasalara göre ve gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, farklı alanlardaki obje cinslerine göre bölümlere ayrıştırılmıştır.

Orta Asya da Taş devrinden başlayarak Türk ve Moğol hükümdarlıkları ile yakın tarihe ait zengin etnoğrafik eserler bu müzede sergileniyor. Müzede çekim izni alarak belgesel çekimine başlıyoruz. Gerçekten bu müze Moğolistan’ın binlerce yıllık tarihini gözler önüne seriyor. 

Bu müzede kendinizi Moğolistan’ın tarihi labiretinte yolculuğa çıkıyor gibi hissediyorsunuz.  Tarih Müzesinde Hun İmparatorluğundan Göktürk’lere Moğol İmpatorluğundan Uygur Türk impatorluğuna bir çok tarihi bilgiler ziyaretçi ile buluşuyor. Göktürk abideleri Bilge Kaan’ın heykeli müzenin en önemli köşesini süslüyor. Moğolistan’daki krallar dönemi ve diğer yönetimler döneminde eserler müzeyi süslüyor. Müzeyi Moğol rehberin eşliğinde geziyoruz.

Müze, etnoğrafik materyaller, kostümlerle tarih öncesi günlük yaşamı gösteriyor. Ne yazık ki kripto nedeniyle hangi objenin orijinal hangisinin reprodüksiyon olduğunu ayırt etme imkanı yoktur.

Bu müzede yer alan bazı eserler 2001-2002 yıllarında Pensilvania Üniversitesi ile işbirliği yapmıştır.2005 yılında önemli objeleri Almanya’da sergilenmiştir.

DOĞA TARİHİ ve DİNAZORLAR  MÜZESİNDEYİZ

Yabancıların uluslararası düzeyde tanzim edildiğini görebileceği, yerkürenin yeri, oluşumu, gelişimi, biyolojik ve karakteristik özelliklerini sergileyen jeolojik tarih ana başlığındaki Museum of Natural History 1992 yılında hizmete açılmıştı.

Dinozorlar ve Doğa tarihi müzesi Moğolistan’ın en büyük müzesidir.2700 m2 alanda 40 salonda 12000 obje sergilenmektedir.1,5-2 saatte gezilebilen müzeyi biz biraz hızlı geziyoruz. Bu müzede de belgesel çekim izni alıp, dinozorlar ve büyük hayvan kalıntıların görüntüsünü çekiyoruz. Dinozor kalıntıları arasında dehşete düşüyorum.

500 milyon yıl öncesinden 800 fosil Kalınlısı ve dinozor müzeyi süslüyor ; 10,000-15,000 yıl öncesinden fosil, amfibi,bitki kalıntıları, Paleontolojik bitki ve hayvan ile insan kaynakları sergilenen müze turistlerin ilgi odağı. Dünyanın en vahşi dinozor isketelerini sadece bu müzede görülebilmek mümkün. Bu dinozorların bir çoğu Moğolistan’daki Gobi çölünden bulunmuş. Dinozorlar bölümünde çekim yapmak yasak olmasına rağmen, biz kameramızı gizlice çalıştırıp, iskeletleri bile insanı ürküten dinozorların belgesel görüntülerini çekmeyi başarıyoruz.

TÜRK MOĞOL DOSTLUK PARKINDAYIZ

Başkent Ulanbatur meydanının hemen yanı başında Türkiye’nin katkısı ile yapılmış TİKA Türk Moğol dostluk parkını geziyoruz. Parktaki Türk bayrağı motifi göz ve gönlümüzü okşuyor. Yeşillikler içerisindeki parktan Moğollar rahatlıkla gezip, dinlenebiliyorlar. Dostluk parkının bir köşesindeki Lenin heykeli Moğolların Linen’e saygı ve sevgisini de sembolize ediyor.

Moğolistan’da dövizle alış veriş yapmak mümkün değil, sadece Amerikan doları ve euora geçerli bir döviz bürosuna giderek, döviz satın alıyoruz. Bir ABD doları 1370 Moğol tengisi 1 Euro ise 1850 Moğol tengisine eş değerde. Dövizlerimizi de aldıktan sonra dinlenmek üzere kaldığımız Kempisky Khan Palece otele göre dönüyoruz.

ULANBATUR’DAN TONYUKUK ANITINA GİDİYORUZ

Tarihimizde Orhun abideleri olarak geçen, Göktürk kitabelerinin en önemlileri Bilge Kaan, Kültigin ve Tonyukuk anıtları. Bilge Kaan ve Kültigin anıtı Ulanbatur şehrine 400 km uzakta, Göktürk imparatorluğunun başkenti Karakurum şehri yakınlarındaki Orhun bölgesindedir, ancak Tonyukuk anıtı ise Ulanbatur şehrine 50 km mesafededir. Biz önce Tonyukuk anıtını ziyaret için Ulanbatur’dan yola çıkıyoruz. Tuz ırmağını geçerek, Bozkurlar içerisinden Tonyukuk anıtına giderken, Göktürk impatarluğu tarihi gözümüzde canlanıyor. Göktürk impatarorluğunda ilk kez Türk adının devlet adı olarak kullandığı imparatorluk. Göktürk alfabesi ise tarihimizde ilk yazıların yer aldığı alfabedir. 

Göktürk impatorluğu ile ile ilgili elimizdeki bilgi notlarını incelerken, Tuz ırmağını geçip, yemyeşil ovalar ve her biri birer Göktürk abidesi gibi duran dağları seyrederek Ulanbatur yakınlarındaki Tonyukuk anıtına giderken, Göktürk imparotarlığunu ihtişamlı geçmişi gözlerimizin önünden bir filim şeridi gibi geçiyordu.

TARİHTE İLK TÜRK ADININ GEÇTİĞİ BELGE

Göktürk Devleti, tarihte ilk defa Türk adını taşıyan devlettir. 

Türk kelimesinin aslı “türümek” fiilinden gelmektedir. Bu fiilden türetilmiş, kişi ve insan anlamında “türük” ve nihayet hece düşmesiyle “Türk” kelimesi ortaya çıkmıştır. Nitekim Anadolu’da bir kısım göçebeler de yürümekten “yürük” adını almışlardır.

Göktürkler, Türklerin atlı uygarlık ya da bozkır uygarlığından yerleşik uygarlığa geçiş döneminde, Türk boylarının başına geçerek hüküm süren bir hakan sülâlesidir M.S (552-745). Kurdukları devlete de Göktürk Devleti denir.

Göktürk devletinin başkenti ise, bugün Orhun vadisi Ötükent ormanları olarak bildiğimiz coğrafyadır. Orhun vadisi ve Ötükent ormanları Ulanbatur a 450 km olmasına rağmen, Tonyukuk anıtının Ulanbatur da olması Ötükenin Ulanbaturdan başladığının bir işaretidir. 

Bu düşünceler içerisinde yolumuza devam ederken, karşımıza birden yeşil ova içinde 1300 yıldan beri dimdik ayakta duran, Tonyukuk anıtı çıkıyor. Heyecanla aracımızdan inip, demir çit kapının kilidini açtırarak anıtın bulunduğu alana giriyoruz. Anıt, yerinde orijinal olarak koruma altına alınan tek Göktürk abidesi. Bu abide de Tonyukuk Çin’e karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor. 

Anıtın çevresinde Göktürk mezar taşları da var. Bölgede kısmen kazıda yapılmış. Anıta Moğollar da gelip, bez bağlayarak ibadet de ediyorlar. Demir çit ‘le çevrili anıtın yemyeşil ova içerisindeki manzarasını seyrederken, Tonyukuk’un kimliğini ve hizmetlerini düşünüyordum.

TONYUKUK ANITI NEDEN DİKİLDİ?

Tonyukuk kelimesi, “giysisi yağlı” manasına gelmektedir. O dönemde, lekeli bir giysi zenginlik ve cömertlik belirtisiydi.

M.S 724 yılında ölen Tonyukuk, kendi biyografisini, başarılarını ve tavsiyelerini ölümünden iki yıl önce 722 yılında kendisi bizzat hazırlamıştır. En iyi şekilde korunmuş bütün vefasızlığı ve tabiat şartlarına rağmen dim dik ayakta duran bu abideyi âdete okşarcasına dokunup, Göktürk yazıların inceleyerek belgeselini çekiyorum. 

Yazılar bir inici tanesi gibi. Bu kitabeleri ciddi şekilde inceleyip araştıran, ve Göktürk abideleri adında kitap yazan Prof Doktor Muharrem Ergin’in şahsin da Göktürk abidelerine emeği geçen tüm ilim adamların millet ve şükranla yad ediyorum. Tonyukuk anıtı ve çevresinden diğer mezar taşları ile yeşil ova içerisinde ve mavi gök kubbe altında bir medeniyetin taşa vurulmuş mührünü yansıtıyor. Abideden çeşitli yerlerinde belgesel görüntüleri çekerken buralarda birlikte gidip araştırma yaptığımız profesör ve akademisyenlerinde görüşlerini alıyorum.

TİKA tarafından belgeye yapılan kazı evi ise, gerçekten kötü bir görünüm sergiliyor. Keşke TİKA buraya yapacağı kazı evini Göktürk ve Moğol mimarisi ile yapsaydı. Buraların gönüllü bekçiliğini yapan Moğollularla görüşüp, Moğol çocuklarının fotoğraflarını çekiyorum. Tonyukuk anıtını  en yakın komşu, atların koyunların ve büyük baş hayvan sürülerine sahip, Moğol çadırlarında yaşayan göçebeler. Bu göçebeler Tonyukuk anıtını da ziyaret ediyor.  Buradan ayrılmak istemiyoruz. Tonyukuk anıtına el sallayıp, buralara veda ederken, Göktürk kitabeleri ile ilgili elimdeki notları inceliyorum

TÜRK TARİHİNE IŞIK TUTAN BELGE

Tonyukuk “Asina” ailesinin akrabalarından Göktürk “Aşide” ailesindendir. Asena Türk mitolojisinde dişi bir kurt adıdır. O “tamamen şaman simgesi” olup, bir Göktürk milli söylencesiyle birleştirilir. Göktürkler ve diğer Türk göçebe imparatorluklarını kurucusu ve yönetenleri, Aşina sülalesindendir. 

Ayrıca Tonyukuk, Hint kaynaklı dinlerin Türk boyları arasında yayılmasına izin vermediği ve bunların Türklerin hareketli hayatına uymayan, savaşçılık yeteneklerini köreltebilecek anlayışlar içerdiğini söylemiştir.

Orhun yazıtları Bilge Kağan ve Kültigin dışında aslında genelde hakanlar için yazılması gerekenden farklı olarak bir siyasi kişi olan Tonyukuk hakkında da dikilmiştir. Tonyukuk “Gök gibi ve Gök’ten olmuş” şeflerden biri değildir.

Bu anıtı ihtiyarlık devrinde kendisi diktirmiştir ve yazılar da kendisine aittir. Bu anıt GÖKTÜRK YAZISI ile yazılmıştır. Göktürk yazısını ilk olarak bu anıtlar üzerinde bulabiliriz. Tonyukuk Bilge Kağan’ın yabgusudur. Tonyukuk, bilgisi ve tecrübesiyle Bilge Kağan’a yol gösteriyordu. Orhun Yazıtlarını Tonyukuk; Bilge Kağan ve Kül Tigin’in ölümü ardından diktirmiştir..

TUZ NEHRİ KENARINDA TARİHİ YAŞAMAK

Tonyukuk Anıtından Ulanbatura dönerken Tuz nehrinin kenarında mola veriyoruz. Nehir yemyeşil ova içersinden nazlı nazlı akıyor. Nehrin içerisini girerek suda geziyorum. Yanımıza gelen Uygurlu gençlere Moğol türküsü söylettikten sonra, Tuz nehrinin belgeselini çekiyorum. Heyetimizle birlikte tuz nehrinden abdest alıp nehir kenarında ezan okuyup ikindi namazımızı kılıyoruz. Tuz Nehrinin kenarına oturarak, nazlı nazlı akan ırmağı seyrederken, bu coğrafyada kurulmuş, kültür ve medeniyet tarihimizin ihtişamlı geçmişini düşünüyorum.

ORHUN ABİDELERİNİ KİMLER BULDU?

Beni en çok üzen ise, Göktürk anıtlarının İsviçre ve finlandıyalılar tarafından bulunması. Türkiyenin halen bu böleye ilgi göstermemesi.Göktürk Anıtları ile ilgili Türkiye de keşke bir araştırma endüstütüsü kurulabilse. Türk bilim adamları bu bölgelere ilgil gösterebilseler. Türk Aydınının böyle bir derdi yok. Ünivesitelerimiz, Yabancı kültürlere verdiği önemin çok azını kendi kültürüne göstermiyor. Merek ediyorum, Acaba hangi üniversitelizde Orhun Abideliri ve Göktürk kitabeleri ile ilgili araştırma endüsttüsü var.

Orhun abideleri 18.yüzyılın ortalarında İsviçreli bir subay olan Srahlenberg tarafından bulunan Orhun Kitabeleri, 1893 te de Danimarkalı Türkolog Thomsen tarafın dan okunarak dünya edebiyatına kazandırılmıştır. Orhun Yazıtları‘nın konusu Göktürk tarihidir. Dağınık durumdaki Türklerin devlet kurmaları, sonradan güçsüzleşerek bağımsızlıklarını yitirmeleri, Çinlilerin egemenliğine girmeleri, tekrar güçlenmeleri ve bunların nedenleri yazıtların ana konularıdır. Yazıtlar gelecek kuşaklara etkili bir sesleniş niteliğindeki Öğütleri anlatır. Göktürk Kitabeleri, dikili üç büyük taştan oluşmaktadır:

Tuz ırmağı kenarından bu düşüncelerle kalkıp, Moğolistan ın başkenti Ulanbatura geri dönerken, buradan Türkiye’deki tüm üniversiteleri bilim adamı ve akademisyenleri orhun abideleri ile ilgili araştırma yapmaya davet ediyorum. Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ve tüm yetkililer, bu bölgelerle biraz daha yakından ilgilenmeli ve kültür tarihimizi gelecek kuşaklara aktarmalı diye düşünüyorum..

Ulanbatur’da Cengizhan anıtındayız

Ulanbuturdaki şimdiki durağımız, Cengizhan anıtının olduğu yer, Cengiz Moğol impatorluğunun başkenti, Dünyayı titreten bir komutan bir zamanlar araştırmaca ve bilim adamları tarafından Türk olduğu söylense de, bu fikirden vazgeçirmiş, ancak bana gore, Moğolların aslıda Türk. Çünkü Moğol dili Ural Altay dil gurubunda. Moğol impatorluğunun kurulduğu coğrafya Hunlar Göktürkler ve Uygur Türk devletlerinin kurulduğu bölgeler.

Cengiz Han’ın anıtının yapıldığı yerdeyiz. Anıt, müthiş bir görünüme sahip. Çok miktarda büyük masraflar yapılarak, bu anıtın yapıldığı her halinden belli. Cengizhan (1162-1227) yıllarında yaşamış ve İMPATORLUĞUNUN sınırlarını Japonya’da Atlas Okyanusuna kadar genişleterek, dünya tarihine yön veren bir lider. Cengiz han ın onuruna yapılmış, sağ elinin “ileri” yi temsil ettiği at sırtındaki anıtının bulunduğu anıt kompleksidir.

 Dünyanın en büyük heykelidir. Yapımında 250 ton çelik kullanılmış. Heykel, müthiş görüntüsüyle insanı titretiyor. Bir tepe üzerine yapılan Cengiz han heykeli, Cengiz han ın geçmişteki ihtişamını yansıtıyor. 

Bu heykel Fransa’nın Eyfel; Amerika’nın ‘Özgürlük Anıtı’, Çin’in ‘Çin Seddi’ ve Hindistan’ın ‘Taç Mahal’ ine mukayese ile Moğolistan için gurur verici bir simge olarak değerlendiriliyor. Elimde kameram anıtın belgeseli çekerken, Cengizhan ın ihtişamlı geçmişi gözlerimin önüne geliyor

1167 yılında doğdu. Moğol Kağanı ve Moğol Devleti’nin kurucusudur. Asıl adı Temuçin’dir. Temuçin, 13 yaşlarında iken, babasını kaybetti. Henüz küçük olduğundan, kabilesi, onu bırakıp Tayciutlar’a katılmak istedi. Annesi Helün Hatun, bin bir çaba ile kabilenin küçük bir bölümünü geri çevirebildi. Nice güçlük ve sıkıntıya rağmen, varlıklarını sürdürebildiler. Bütün bu olaylar sırasında, Timuçin’deki önderlik yetenekleri kendisini belli ediyordu.

Cengiz, han olduktan sonra Çin’deki Kitün/Chin Sülalesi’nin, kuzey sınırlarında Tatarlara karşı giriştiği bir harekete katıldı ve Tatarlar ezildi. Ona göre Tatarlar, atalarına kötülük edip, ölümüne neden olmuşlardı. 1202’te Tatar kabileleri ile savaştı ve onları yendi.

Cengiz Han, Moğolistan’ın tek gücü durumuna gelmişti. 1206 İlkbaharı’nda, Onon Irmağı boylarında bir kurultay toplandı. Bu kurultay, bütün kabilelerin temsilcileri Han Cengiz’i, bakanlığa (Kağan) getirdiler. Cengiz unvanı da bu sırada verilmiş olmalıdır.

Cengiz Kağan, Çin’den batıya giden ticaret yolunu denetimlerinde tutan Tangutlar’la savaştı. 1209’da kendisi de sefere katıldı. Başkent Ning-hia düşmediyse de, Tangutlar denetim altına alındı. Cengiz Kağan, Asya’nın doğusunda büyük bir güç olarak ortaya çıkarken, Orta Asya’nın kudretli devleti de Harezmşahlar’dı. İki ülke arasında birçok elçiler gidip gelmişti. Cengiz, iki ülke arasında özellikle ticaretin gelişmesinden yana olduğunu belirtmiş, Harezmşah’tan gelen kervan mallarını uygun fiyatlarla satın almıştı.

Cengiz, 1218’de bir kaç elçisi dışında tamamı Müslüman olan tacirlerin yönettiği 450 kişilik bir kervan hazırlatıp gönderdi. Cengiz’in Moğolları tek bir devlet altında toplaması sonucu, eski Göktürk topraklarındaki bazı Türk Boylarının Batı’ya doğru göçü başlamıştır.

Asya’daki dinler mücadelesinde, Cengiz’in Şaman inancında olmasına karşın, siyasal açıdan İslamiyet’e yakınlaşmasıyla İslamiyet’e destek sağlamıştır.

Cengiz’le birlikte Asya’nın iktisadi yaşamı da değişime uğramıştır. Ülkelerarası ticaret yeni boyutlar kazanmış, sınırlar ve gümrükler ortadan kalkmıştır. Asya’da tek bir devletin egemen olmasıyla, Asya’nın batısı ile doğusu arasındaki ticari ilişkiler gelişmiştir. Cengiz Han, 1227 yılında ölmüştür. Cengizhan anıtına bakarak, tarihi geçmişi seyrederken, Cengizhan dönemindeki gelişmeleri bir sinema şeridi gibi gözlerimin önlerinde canlandırıyorum. Bizler Cengizhan’I bir çırpıda silip akıyoruz. Aslında ön şartsız tarihi geçmişi değerlendirmeliyiz. Cengizhan, Moğolistan daki bir küçük bir moğol cadırından nasıl olduda dünyaya hakim olabildi?

Horasan ve Türkistan medeniyetlerini Bir bir kendine bağlayabildi. İslam halifesini, Hilafet makamı Bağdat ta nasıl yıkabildi.?

Türkiye’deki bilim ve araştırma kurumları sadece, Cengizhan diyip,geçiştiriyoruz. Batılılar, Cengizhan la ilgili bugun önemli filimler ve belgeseller hazırlanıyor. Cengizh anın oğulları ve torunlarının Çin den Anadolu ya Kafkaslardan Kırım coğrafyasına kurduğu impatorluk her bakımdan çok iyi araştırılması gerekiyor. Cengizhan anıtının önünden Cengiz han dönemindeki Dünya tarihi gözlerimin önüne geliyor. Horasan coğrafyasında Harzşahlarla çarpışması,  Harzemşahın oğlunun Cengizhan karşı çıkması önemli bir olay. 

Cengizhan ın affettiği tek kişi bu harzemşah sultanın oğluydu. Horasan coğrafyası ve Bağdat’taki yıkmalar ve yağmalar, kültür tarihimize büyük darbe vurmuştur. Cengizhan’ın oğlu Hulagu’nun,  Bağdat ta İslam halifesiyle savaşması halifeyi keçi postuna sararak, atlar altında ezmesi, tarihin acı bir olayıydı. Cengizhan’ın torunu İlhanlılarla anadolu Selçuklu İmpatorluğu ile Köse Dağda savaşlar tarihimizin dönüm noktasıydı.  Cengizhan’ın oğulu Hulagu’nun Memluklularla yaptığı savaşta yenilmesi Moğol impatorluğunda sonun başlangıcı olmuştur. 

 Cengizhan’ın oğlu Batuhan’ın Karadeniz in karşı yakasında Kazan ve kırımdaki savaşları tarihin kaydettiği önemli olaylardır. Batuhan Viyana’ya kadar ve Tuna boylarına giderek,Haçlı ordularını burada perişan etmişti. Kaderin cilvesi olarak, Cengiz han ın Çin tarafına gönderdiği oğlu Kubilay ın daha sonra devletin başına açacağı sıkıntılar, Çinliler ile Moğollar arasında hep sürüp gidecekti. Özetle, Cengizhan dönemi her bakımdan araştırılmalı, Objektif değerlendirmelerle Cengiz han ve türk tarihi yeniden yazılmalı diye düşünüyorum. Bana gore, Cengiz hanı Dünya impatoru yapan en önemli neden, 

UYGUR Türk devleti Cengiz hanla ilk işbirliği yapan ve ittifak kuran devlettir.  Cengiz han’ın askerleri arasında Türkler çoğunlukta idi. Cengizhan’ın ordusundaki Türk Süvari askerlerinin atları, günde 120 km gidiyorlardı., Eğer Uygur Türk devleti Cengiz han la birlikte hareket etmeseydi, Cengizhan bu kadar başarılı olamazdı. Hemen belirmemen gerekir ki,Göktürklerden sonra, Orhun vadisi ve Ötüken ovalarında kurulan Uygur Türk imparatorluğunun adı medeniyet kelimesinin türkçe karşılığı olan Uygardan gelmektedir. Uygurlarla ilgili geniş bilgiyi, Uygurların imlk başkenti, Orhun vadisindeki Karabalgaz tarihi şehrini gezerken vereceğiz.

ULANBATAR’DA BOGD HAN SARAY MÜZESİNDEYİZ

Moğolistan’ın başkenti Ulanbaturdaki gezimizin şimdiki durağı, Başkentin önemli bölgesi Tuz ırmağı kenarındaki Bogdhan sarayı. Saray, muhteşem mimarisi ile görenleri kendisine hayran bırakıyor. Tipik, Tibet mimarisi çadırların estetik görünümü yeşil boyalarla süslü saray karşısında insan tarihi imkansız duygulara kapılıyor. Sarayı uzaktan doya doya seyretmek gerek. Yeşil Saray olarak da bilinir. 1893-1993 arasında Moğolistan’ın son hanı ve Lamaist dini lideri (Javzun Damba Khutagt VIII) VIII Bogdo Hanın ikameti için inşa edilmişti. Elimde kamere ili sarayın dış havlısından içerisine dalıyorum. Saray binalar binalar kampleksi tarihi not düşüp zamana noterlik yaparak sarayı bilgesellerini çekiyorum. Çekimlerim devam ederken,bayan görevli çekim yapmamıza mani oluyor.

Bogdo Han 1911 yılında Moğolistanda ” KUTSAL KRAL” olarak siyasi otorite kabul edilmişti.1921 yılındaki Moğol Halk Devriminden itibaren 1924 yılında hastalığı nedeniyle ölümüne kadar” Anayasal Hükümdar” olarak kaldı

Bogdo Han Saray Müzesi 1954’te devlet müzesi şubesi oldu. 2000 yılından itibaren Bogdo Han Saray Müzesidir. Yazlık tapınak ve kışlık saraydan olarak kullanılmıştır.. Sarayın Koleksiyonunda, kraliçe DONDOGDULAM’a ait kraliyet giysileri ve hediyeler ile ünlü sanatçı ve zanaatkarlara ait Moğolistan’ın dini ve siyasi geçmişini simgeleyen dönemsel nesneler sergilenir. Sarayda gizli olarak belgesel çekimlerimizi sürdürerek, Moğolistan ın tarihinde önemli yeri olan bu saray bir anlamda budzminde temel taşı. Kral Budist dinini n manevi önderi kabil ediliyordu. Bugün müze olarak kullanılan saray en çok ziyaretçisi olan yerler arasında

Zaisan Memorial anıtını geziyoruz

Bakent ulanbaturdaki gezimiz devam ediyor. Ulanbatur şehrinin tarihi geçmişi fazla olmasa da bugün başkent olması dolayısıyla birçok tarihi olayın müzeler ve anıtlarda sergilendiği yer. Geçmişte, Hunlar Göktürkler Moğollar ve Uygur impatorlukları gibi bir çok impataroluğa ev sahipliği yapan Moğolistan’ın bugünkü durumu gerçekten üzücü. Uçsuz Bucaksız bu çoğrafyada sadece 3 milyon kişi yaşıyor. Cengiz han ve Metehan gibi bir çok imparator şetiştiren Moğolistan, son yüzyıllarda hep başkalarına asker olmuş ve başkaları için çarpışmış ve ölmüşler.

Şimdiki durağımız Zaisan Memorial anıtı oluyor. Bu anıt, Başkent Ulaanbatur’un güneyinde  2. Dünya savaşında ölen Sovyet askerleri arasında 40 bin Moğol askeri anısına yapılmıştı. Anıtın bulunduğu tepeye merdivenlerle çıkıyoruz. Anıta çıkarken ulanbatur şehri Tuz ırmağı âdete ayaklarımızın altında kalıyor. Anıtın hemen karşısında yeşil dağ yamacına yapılmış çok büyük bir Cengizhan resmi dikkatimizi çekiyor. 

Anıt adete bir füze gibi göğe doğru yükselmiş. Bu anıt, Bir zamanlar Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin lideri olan rusya halkı ile Moğolların dostluğunu simgeliyor.1921 yılında gerçekleşen Moğolistan’ın bağımsızlık ilanındaki Sovyet desteğini simgeler. 300 merdiven basamağı ile yorgun argın çıktığımız anıtın içinde 2. dünya savaşında Moğol askerlerinin öldürüldüğünü ve daha sonra 2. Dünya savaşının nasıl kazanıldığını temsil eden büyük resimler yer alıyor. Anıtın içerisindeki u resimleri çekerek ve Ademisyenlerin görüşlerini alarak, tarihe not düşüp zamana noterlik yapıyoruz. Anıttan ayrılıp, Orhun abidelerine gitmek üzere Başkent Ulanbaturdan ayrılırken son durağımız Moğolistan’ın en büyük BUDA HEYKELİ OLUYOR. Anıtın ve yeşil saray arasındaki buda heykeli adete sırtını dağlara yaslamış. Ulanbatur halkını kucaklamış şekilde duruyor. 

Moğolistan Cumhurbaşkanı’nı sarayıda bu bölgede. Ulanbatur in bu bölgesi her bakımdan güzel bu bölgedeki Moğol çadırları ve lüks villa iç içe geçmiş zengin ile fakirin birlikte yaşadığını gösterirken, Moğolistan tarihindeki tezatlığında yansıtıyordu. Ulanbatur a, Tuz nehri üzerinden el sallayıp veda ederek, Ötükent’e ve Orhun’a doğru yola çıkıyoruz.

ULANBATUR’DAN ORHUN ABİDELİRİ VE ÖTÜKEN’E GİDİYORUZ

Artık, güneş tepemizde bozkırların ortasında tozlu topraklı yollarda ilerleyişimiz sürüyor. Bozkırların ve ıssız Moğol dağlarının sessizliğini sürülerini otlatan at sırtındaki çobanlar ile ayakta ata binen Moğol gençleri bozuyor. Bazende bizlere Kartal lar elik ediyor. Vakit bir hayli ilerledi. Mola vermek üzere, uzakan gördüğümüz ve Ulanbatur dan gördüğümüz unlü tuz ırmağı kenarına geliyoruz. Ana yoldan sapıp, ırmağın tam kenarına yaklaşarak mola veriyoruz. 

Tuz ırmağı biraz bulanık aksada,yeşillikler içerisinde güzel manzara sunuyor. Tuz ırmağı kenarından abdestlerimizi alıp, öğle namazlarımızı kılıyoruz. Bizler tuz ırmağı kenarında öğle yemeğini sandeviçlerle giderirken, at sürüsünün ırmağın içerisine girerek, su içip serinlemeleri görünmeye değer. Tuz ırmağı kenarından ayrılma vakti. Yine tozlu topraklı İpek yolu güzergahı. Issız bozkırlarda saatler süren yolculuklardan sonra, bu kez bir çadır kampta mola vereceğiz. Çadırlar otel haline getirilmiş, Büyük bir çadır restaurant, yapılmış çadır restaurantta Moğollara özgü patatesli et çorbasını içip, salata ve etli pilav yiyerek, kendimize geliyoruz. 

Moğollar Çadırlara GER diyorlar. Göçerlerin yaşadığı Gerler Bozkırlarda çok güzel görünüm sergiliyor. Dinlendiğimiz çadırların hemen karşısında Çinlerden kalma tarihi şehir ve kale kalıntılarının  bulunduğu yere gidiyoruz. İpek yolu güzergahındaki bu kale ve tarihi kent yıkılmış, sadece taş duvarları bozkırın ortasında ayakta kalma mücadelesi veriyor. Tarihi şehir ve kaleyi dolaşırken, moğol çoçukları bizlere işlik ediyordu.

Orhun abilerine gitmek üzere vakit geçirmeden yola devam ediyoruz. Saatlerden süren yolculuktan sonra, nihayet asfalt yola geliyoruz. Bu yolun sonunda Gktürkler, Uygurlar ve Cengizhanimpatorluklarına başkentlik yapan Karakurum eşehri var. Ancak biz şehre gitmeden yoldan UGİNUR gölü yakınındaki çadır kamplarda konaklayacağız. Ancak, şöferlerimiz bir türlü kalacağımız Ger KAMPININ yolunu bulamıyyor.Güneş batmak üzere ıssız ve sessiz bozkırların içerisinde yolu kaysetmiş kervan gibi kala kalıyoruz. 

Cep telefonları çekmiyor. Bir saat sonra yoldan geçmekte olan kamyonu durdurup, UGİNUR gölünün yolunu sorarak öğreniyoruz. Artık kalacağımız kampa gitmek üzere dağların arasından bozkırlardan UGİNUR gölüne geliyoruz. Kalacağımız kamp uzaktan görünüyor. Yemyeşil bozkırın ortasında masmavi göl, adeta bir serap gibi. Gölü yakından görene kadar buranın bir serap olduğunu sanıyoruz. Orhun ırmağının suyundan beslenen göl bize hoş geldin diyor. 

Güneş kampın üzerinden yeni batmış. Güneşin buruk kızıllığı bölgeye hakim. Tesiste çalışanlar, bizlere hoş geldin derken, daha önce müslüman olduğumuzu öğrendikleri için selamun aleykum diyorlar. Çadırlarda ikişer kişikalacağız. Çadırlarımızın kapısı göl manzarasına açık.

 Çadırlarda  iki yatak, ortada soba bulunuyor. SAKİN ve sessiz bir ortam çadırlarımıza yerleşirken, bize kötü bir sürpriz bekliyor. Onlarda sivrisinekler. İlaçlanarak sivrisineklerden kendimizi koruyor. Tesisin göl manzaralı lokantasında akşam yemeklerimizi yerken, hilal şeklindeki ayın göle yansımasını doya doya seyrediyoruz. Elektrik olmadığı için jenaratörler çalışıyor. Kamera, telefon ve fotoğraf makinemizi şarj ederek, jenaratör kapanmadan uyku tulumlarımıza girerek derin bir uykuya dalıyoruz.

UGII NUUR GÖLÜ

Sabah erken uyanıp, bozkırların ve Ugıı Nuur gölünün temiz havasını çiğerlerimize dolduruyoruz. Gölün ve bozkırın sessizliğini kuş sesleri bozuyor. Göçerlerin çadırından çıkarak, bozkırlara giden küçük ve büyükbaş hayvan süreleri atlar, bozkırın sessizliğini bozuyor. Dağların arasındaki göl ve bozkırların manzarısı sanki kendimizi masal dünyasında hissediyoruz. Güneş dağların arasından yavaş yavaş doğuyor. Kahvaltımızı göle hakim restauranta yaparken, Ugıı Nuur gölünü doya doya seyrediyoruz

Ugii Nuur deniz seviyesinden 1337 metre yüksekte Arkhangai yöresinde bir göl. 25km kare alanı kapsıyor ve kanatlı hayvanların yaşadığı harika bir mekan. Kuğu ,beyaz balıkçıl, Dalmaçya Pelikanı sıklıkla görülmektedir. Nisan ayında göçmen kuşların rotası

Bölgede kısmen tarım yapılabilir. Buğday, patates ve bazı cins sebzeler yetiştirilebilir. Doğal florası nedeniyle çok fazla sayıda sinek de görülür. Eğer sinekten rahatsız olursanız vücudunuza kımız sürebilirsiniz.

MOĞOL GÖÇER ÇADIRLARI (GER )

Bizim çadır dediğimiz Moğolların GER dediği çadırlar, Yere daire şeklinde çakılan tahta çitlerin üzeri ilk önce keçe ile kaplanır. Çatı’yı yapmak üzere iki sırığın üzerine yuvarlak bir parça konur, kenar duvarlarını oluşturan çite bağlanan sopalar bu yuvarlağa kadar uzatılıp uçları bağlanır. Tavandaki yuvarlağın ortasından hem ısınmak hem de yemek pişirmek için kullanılan sobanın borusu geçer ve kapatılmaz.

Ger evrenin küçük kopyası hatta haritasıdır.Ger’in kubbesi gökkubbe anlamını taşır.Ger çadırları kışın inanılmaz derecede sıcak, yazın serin ve güçlü rüzgarlara karşı koruyucudur.Kolay ısıtılabildiği için kış konaklamasında daima Ger tercih edilir. Kolaylıkla monte edilir ve taşınabilir. 150 – 200 kilo çadırı sökmek en fazla 2 saati alır.

Çadırlarda giriş kapısı daima Güney yönündedir.Güney en az onurlu yerdir ve gençlerin yaşam alanı olarak ayrılmıştır. Batı erildir ve erkek tarafıdır. Kuzey bölümü en onurlu yerdir. Bu kısımda, aileye ait kutsal eşyalar ve dini imajlar yerleştirilmiştir.Yaşlılar ve diğer saygın kişiler kuzeyde oturur.Misafirlerde bu bölümde ağırlanır. Doğu tarafı kadınların bölgesidir. Mutfak eşyaları, yiyecekler, çocuklara ait beşik vs.ile mutfak gereçleri gibi dişil eşyalar doğu yönündedir.Soba gökkubbe’ye çıkış noktasında Ger’in tam ortadadır. Ger’in en kutsal yeridir.

Ger içindeki hareket, tepe deliğinden Güneşin içeri giriş yolu olarak takip edilebileceği üzere, gökyüzüne gösterilmesi gereken huşu ve saygıyı simgeleyen şekilde mutlaka saat yönündedir.

Ger, Amerikan yerlilerinin dört yöne ve evrene göre konumlandırdığı kutsal dairenin bir fiziksel temsilcisi olan şifa çemberine paralel olarak görülebilir.

ORHUN VADİSİNDEKİ KOŞONSAYDAM (DASHINCHILEN SOUM)A GİDİYORUZ

Hedefe yaklaşmak üzereyiz Ugıı Nuur gölünü arkamızda bırakarak Tuşi saydam bölgesi yani Orhun vadisine Göktürk abidelerinin bulunduğu Kültür tarihimizin muhteşem geçmişlerinin yazıldığı yere gidiyoruz. 1350 metre  bulunduğumuz yerin yüksekliği biz 2400 metreye kadar yükseleceğiz. Orhon vadisinin bulunduğu yer yaklaşık 2100 metre yükseklikte. Tırmanışa geçiyoruz. Yol yok, taşların arasından güçlükle ilerliyoruz, rampa çok sert aracımız zorlanıyor. Niyahet bir düzlüğe çıkıyoruz. Son olarak araçtan inerek Ugıı NUUR gölünün manzarasını seyrediyoruz. Bizlere sülün, kartallar ve envayi çeşit çiçekler işlik ediyor.

Tekrar yollardayız. Güneş bir hayli yükselmiş, Hava parçalı bulutlu, hafif rüzgar esiyor. Ovalar ve vadileri düz giderek, Orhun vadisine geliyoruz ve vadii Göktürk anıtlarından Kültigin ve Bilge kaan’ın anıtlarının bulunduğu yer. Anıtların bulunduğu yere Türkiye Cumhuriyeti devleti kısa adı TİKA olan Türk İş Birliği ve Kalkınma aracılığı il büyük bir müze yapmış. Uzaktan müze ve anıtların bulunuduğu yeri seyrederken, kendimi yine zamanı mazide Türk tarihinin ihtişamlı geçmişinde buluyorum.

*Türkler tarih boyunca kendi kültürlerinden doğan iki alfabe kullandılar. 

Bu vadi kültür tarihimizin manevi tapu senedi. 1300 yıl önce Göktürk devleti ilk türk kelimesini bu abidelere yazdılar. Devletlerin tarihinde yazılı belgelerin önemi çok büyük. Türk tarihinde de Göktürk imparatorluğu çok önemli. Kendi kültürümüze ait alfabeleri kısaca özetlemek gerekirse

1.Göktürk alfabesi (Orhun Abideleri ), 2. Uygur alfabesi. Tarihte ilk yazıı Türk anıtları (Bilge Kağan-Kültigan (Tonyukuk) adına dikilmiş olan Orhun (Göktürk) anıtlarıdır. İşte bu anıtların bulunduğu Orhun vadisindeki Tuşi saydamdayız. Vadi uçsuz buçaksız bir ova. Envai çeşit çiçek ve bitki bulunuyor. Orhun abidelerinde başka Türk tarihi için Kırgızlara ait yenisey meyer taşlarıda tarihimiz için önemlidir

Türkler 8.yy’dan sonra İslamyeti kabul etmeye başladılar.

 İlk islamı kabul eden devlet Karahanlılar oldu. Fakat boylar halinde müslüman olan boylar ise Karahanlılan kuran Karluk-Yağma ve Çiğil boylarıdır.Türklerine müslüman olmasında en önemli etken Emevilerden kaçan İslam kültür ve medeniyetinin kültürlerine çok yakın olması olmuştur. lO.yy’dan sonra da Türkler İslam dünyasının koruyuculuğunu üstlendiler.

Anadolu, Balkanlar, Kafkasya, Hindistan, Batı Türkistan gibi sahalarda islamı yaydılar. Bati dan gelen tehlikelere karşı İslam dünyasını savundular. Yaptıkları müesseselerle de İslama hizmet ettiler.

İslam medeniyetine asırlarca hizmet eden Türklerin ihtişamlı geçmişi işte bulunduğumuz Orhun vadisende Orhun kitabelerinde yer alıyor. Orhun ırmağının doğduğu Hangay dağları ise, Kültür tarihimize ötüken ormanları olarak geçiyor. Bu çoğrafya Oğuz Kaan destanınında yazıldığı yerler. Büyük Hun imparatorluğuda bu çoğrafyada doğmuştur. Orhun Vadisindeki dağları,ovaları, çiçekleri ve yeşillikleri seyrederken, kendimi tarihin derinliklerinden alıp, bugüünlere getiriyor ve bugün Türk dünyasının perişan hali karşısında üzülüp kahroluyorum.

Tarih boyu 116 devlet ve 16 imparatorluk kuran türkler bugün paramparça. İç savalar düşmanlıklar ve kültürlerini tamamen kaybetmek üzereler. Orhun Abidesine giderken, Türkiyenin içinde bulunduğu durumuda acı acı düşünüp, kahroluyorum. Bağımsız tek türk devletini yok etmek ve parçalamak isteyenler ve onların Türkiye içindeki yerli iş birlikçileri Türkiye tam bir ihanet çemperi içerisindeyiz.

ORHUN VADİSİNİ UNESCO, DÜNYA KÜLTÜR MÜZESİ MİRASI LİSTESİNE ALDI.

Artık aracımız Orhu vadisinde ilerliyor. Hedefimiz Orhun müzesine gitmik. Türkiye devleti 6.5 milyon dolar harcayarak buraya müze yapıp, Kültigin ve Bilge Kaan anıtlarını burada konuma altına almış.

Orhun vadasinde, Türk tarihi ve Türk dili mirasının en eski yazıtları bu bölgededir. Birbirine yakın 2 önemli monolist vardır.

Eski Orhun Nehri yatağın boyunca iki parça antik kalıntı bölgesi vardır. Orhun vadisine yakın bir noktada yeni Orhun ırmağı nehrinini bulunduğu bölgede tarihi KaraBalgas şehir kalantıları, Uygur imparatorluğu başkentlik yapmıştı ve Moğol İmparatorluğunun en eski başkenti Karakorum ise, bu bölgededir. Orhun Vadisi Ötükent ırmaklarına kadar Hun İmparatorluğuna ait mezar kalıntılarına rastlanır.

Orhun Vadisi geçte olsa UNESCO, DÜNYA MİRASI listesine alması sevindirici. Bu vadide İlk anıt 685-731 yılları arasında yaşamış Kültigen anısına adanmıştır.Diğeri ise, erkek kardeşi Bilge Han’a adanmıştır. Türk kültürü, tarihi, gelenekleri, inançları, askeri faaliyetleri, sosyal hayat ilk kez bu yazıtlarda kayda alınmıştır. “TÜRK” tanımı ilk kez bu yazıtlarda görülmüştür.

Bu anıt yazıtlar sadece içerik açısından değil, aynı zamanda yazım teknikleri bakımından da çok önemlidir.

Türkiye son yıllarda buralara ilgi gösteriyor. Alman, Finlandiya,belçika, Rusya ve Çin arkeoloklar ve bilim adamları bu bölgeleri sürekli gezip araştırma yazıp, ilmi çalışmalar yapıyorlar.

ORHUN MÜZESİNDEYİZ

Nihayet,yılardan beri görme hayalimiz gerçek oluyor. Artık abidelerinin orjinal kitabelerini göreceğiz. 1300 yıl önce Bilge Kaan’ın birlik ve beraberlik olun nasihatının yazdığı Bilge Kaan anıtı ve Kültigin anıtına dokunabileceğim. Orhun müzesi içen Türkiye hiçbir fedakarlıktan kaçmamış, Çin ve Moğol mimarı sitili ile muhteşem bir müze binası yapmış. Müze binası ile Kültigin ve Bilgi Kaan anıtlarının bulunduğu yer arasında 500 metrelik mesafe var. Kitabeler buradan müzeye taşınarak, yeni koruma altına alınarak, asırlardan beri süren vefasızlığımız son bulmuş. Müzenin eçerisine giriyoruz. 

Elimde kameram boynumda fotoğraf makinemle o muhteşem anıt ve abidelerin belgesel ve görüntülerini çekiyorum. Müzenin giriş kapasının tam karşısında gerçek anlamda bir abide. Yan yerleştirilen. Kültigin ve Bilge kaan anıtları hayalimizden de ihtişamlı. 1300 yıldan beri yazılar silinmemiş.Nihayet anıtın yanına varip dokunabiliyoruz yıllardan beri görme hayaliyle yanıp tutuştuğumuz anıtı okşayabiliyoruz. 

Anıtın önünde ve çevresinde dolaşarak,hatıra fotoğrafları çekip, anıttaki yazıları kameramıza birbi r kaydediyoruz. Anıtın içinde de başka bal bal mezarları ve kitabeler var. Fakat müzenin bom boş olması ve hiç bir bilginin yazılı olarak yer almaması üzücü. Bu kadar büyük masrafla yapılan müze, Türk tarihi ile ilgili bir çok yazı görsel malzeme ses ve görüntü efekleriyle büyük hun imparatorluğu Göktürk İmparatorluğu Uygur impatorluğu,Oğuz Kaan destanı Orhon ırmağı ve Ötüken ormanları ile Uygur impartorluğnun başkenti Karablgas ve Göktürk imparotrluğuna başkentlik yapan karakurum şehri ile ilgili ayrıntılı bilgiler yer alabilirdi. 

MÜZENİN bom boş olması sergi alanlarında hiç bir şeyin olmaması TİKA’nın çok büyük bir eksikliği . Türk İş Birliği ve Kalkınma Ajansı Tikanın bu tavrıı TİKA’nin Moğolistan bölge koordinatörü Erol Çetin’e bizzat kendisine aktararak eleştirilerimi sıraladım. Acaba TİKA buralara kimse gelmez,buralar çok uzak diyerek, MÜZE yi odu bittiyemi getirdi. 

TİKA’nın kuruluş amacı çok güzel ancak, hem geçmişte hem bugün TİKA’yı yönetenler amacına uygun hizmet vermediklerine inanıyorum. TİKA başbakanlığın örtülü ödeneğinden bötçesini alıyor. TİKA’ya hesap soran yok. Hesapsız kitasız harcalamar, yapılan işlerin oldu bittiye getirilmesi üzücü. Cumhurbaşkanı ve Başbakanlığı geniş çaplı soruşturma ve araştırma yapmaya çağıroyurum. TİKA’nın daha başarılı olması için mutlaka ciddi şekilde denetlenmeli. Tıpkı BİZİM gibi olumlu eleştirilerde bulunmalı

TİKA Moğolistan bölge koordinatörü bizim eleştirilerimizi sadece yapılacak diyip geçiştirdi, ama biz bunun takipçisi olacağımızı bu satırlardan sizlerle paylaşmak istedim.

BİLGE KAĞAN’IN NASİHATI BUGÜNDE GEÇERLİLİĞİNİ KORUYOR

Bilge Kaan ve Kültigin anıtlarının bulunduğu müzeden ayrılırken bir kez daha hattırama 1300 yıl önce yazdığı nasihatı bir kez daha düşünerek, Bilge Kaan anıtının bulunduğu müzenin yakınındaki yere gidiyorum.

“Tahta oturduğumda, şuraya buraya dağılmış olan milletim ölüp biterek, yaya ve çıplak olarak geri geldi. Milletimin adı yok olmasın, töre yok olmasın diye gündüz oturmadım, gece uyumadım. Gözden yaş gelse önleyerek, gönülden çığlık gelse geri çevirerek düşündüm. İyice düşündüm. Milletimi kalkındırayım, besleyeyim diye; kuzeye, güneye ve doğuya oniki büyük sefer yaptım, savaştım. Ondan sonra, Tanrı bağışlasın, talihim ve kısmetim var olduğu için, Ötüken’i il tuttum. Açları doyurdum, çıplakları giydirdim. Yoksul milleti zengin kıldım. Az milleti çoğalttım. Artık kötülük yok. Ve Türk Kağanı mukaddes Ötüken Ormanında oturdukça ülkede sıkıntı olmayacak, töre yaşayacak. 

Türk, Oğuz Beyleri, Milletim, işitin!

Üstte mavi çökmese, altta yağız yer delinmese senin ilini ve töreni kim bozabilir?

EY TÜRK
TİTRE VE KENDİNE DÖN!‘’

Elimde kamere ve fotoğraf makinemle müzeye 500 metre mesafedeki Bilge Kaan anıtının bulunduğu yere geliyorum. Burasıda kalın ve yüksek duvarlarla çevrilmiş. Çin Mimarisi ile yapılmış kapının girisinde Moğolca , İngilizce ve Türkçe kitabe yer alıyor. Türk bayrağı ve Tika amplemi sökülmüş, Anıt hakkında bilgiler yer alan yazıların türk bölümü silinmiş. Anıtın bulunduğu alana gidiyoruz. Temsili bir kopya anıt, birebir yapılarak burada sergileniyor. Mezarlar ve mezar kalıntıları yer alıyor. Bölgeyi gezip, buralarda görüntüler çekiyoruz.

Buraya yaklaşık 1km mesafedaki Kültigen anıtının bulunduğu alana gidiyoruz. Aynı şekilde burasıda tanzim edilmiş girişteki kitabeler anıtın bulunduğu yerde birebir kopyası yapılan kültigin anıtı yer alıyor. Buraları gezerek anıtların ve müzenin gönüllü bekçiliğini yapan, Müzenin yanı başındaki Müzenin yanı başındaki Moğol çadırına misafir oluyoruz. Bizi Moğl misafirperverliği ile karşılıyor. Kemeramızla içeris girip, Moğl çadırındaki yerleşik düzenin görüntülerini çekerken, bizlere ikram edilen yoğur ve kaymağı afiyetle yiyoruz. 

Hemen belirtelim. Milyonlarca büyük veküçük başhavyvanın bilindiği moğulistanda Peynir yoğurt ve süte hasret kaldık. Her nedense Moğollar, peynir ve yoğurdu farklı şekilde değerlenriyor. Sadece Orhun abidelirin bulunduğu bu yoğurt ve sütü tatmış olduk.

ORHUN ABİDELERİNE VEDA EDERKEN

Zamanın nasıl geçtiğini bilemiyorum. Kendimizi Orhun vadisi ve Göktürk kitabelerine kaptırmıştık. Vakit hızla geçti ve veda vakti geldi çatıt. Orhun abidelerine veda ederken, tarihimizin şanlı sayfaları zaman tüneline girmişcesine bir daha gözümün önüne geldi. Türk tarihinin ihtişamlı geçmişİ Orhun vadisinde sanki yeniden dile geliyordu ve Orhun abidelerine veda ederken bu bölgeler kendi haliyle bize çok şeyler söylüyordu.Buralarda neler yaşanmıştı neler. 

O günlerde bir destan yazılmıştı. Kitaplara değil çocukların belleklerine, gelecek nesillerin kalplerine. İsimleri vardı. Tarih onları silinmeyen bir kalemle yazdı. Çeliğe su verdiler. Atları kıvılcım saçıyordu. Kısraklarında nakışlı eğerleri, yol tuttular. İz sürüp yurtlandılar. Başta Oğuz kağandı adları. Güneşi sırtlanıp yürüdüler. Birlik oldular, dirlik oldular.

Ve seslendi Bilge Kağan: “Sözlerimi iyice işitin. Önce siz kardeşlerim, oğullarım, birleşik boyum. Beylerde gün doğusuna, güneyde gün ortasına, geride gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar halkım. Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Kardeşim Kültegin’le ölesiye çalıştım, çabaladım. Hakkı, ateş ve su gibi birbirine düşman etmedim.Çıplak halkı giyimli kıldım. Fakir halkı zengin kıldım. Türk milletini düşmansız kıldım. Ey Türk milleti işit. Üstteki mavi gök çökmedikçe, alttaki yağız yer delinmedikçe senin devletini ve yasalarını kim bozabilir?”

*İlk kez Türk Adı bu vadide devlet ismi olarak bu vadide yazılmıştı.

Türk adını ilk kez devletin resmi adı olarak benimseyen Göktürkler, tarih sahnesine çıktı. İki yüz yıldan fazla bir süre egemenliklerini sürdürdüler. Sınırları doğuda Kore, batıda Hazar Denizi’ne kadar uzanan geniş bir coğrafyaya yayıldılar. Çok hızlı  hareket  edebilen  süvariler, Göktürkleri zaferden zafere koşturdu. Göktürklerle ilk defa millet olma bilinci  yerleşti.  Kültür  ve medeniyette yüksek bir düzeye ulaştılar. Göktürkler, Orhun abidelerini diktiler. Bilgelikle yönettiler devleti. Türk milleti bahtiyar oldu.  Bütün Türk devletlerinde olduğu gibi ne zaman ki bilgisiz, tecrübesiz kağanlar tahta oturdu, onların kötü idaresi ve dış güçlerin hileleri yüzünden zengin ülkelerini yitirdiler. Cihanı tutan güçlerini kaybettiler.

Biz kendimize tarihin akışına o kadar kaptırmışız ki birden rehberimiz Orhon ırmağını görmeye gidiyoruz diyerek asfalt yoldan bizi bozkırlara yöneltti. Heyecanlanmıştım. Evet, Orhun ırmağını görecektim. Bir düzlükte durduk. Sarı çiçekler, mor yaban laleleri kekik otlarının arzu endam ettiği bu ovada fazla büyük olmayan ama kıvrım kıvrım ve nazlı nazlı akan küçük bir ırmağın kenarına geldik. İşte burası eski Orhun ırmağı dedi rehberimiz. Şaşırmıştım. Ben Orhun ırmağını daha büyük, daha geniş, daha canlı daha heyecanlı bekliyordum. Fakat tam tersi Orhun burası olmasa gerek diyordum. Rehberimiz uyardı. Gerçek Orhun yani yeni Orhun ırmağı biraz daha ilerde Karakurum şehrinin hemen yanı başında 

Ötüken ormanlarından doğarak, Moğolistan içerisinde 1400 km yol katettikten sonra Rusya sınırlarında Baykal ırmağına dökülen nehir. Burası eski orhun ırmağının küçük bir kolu olan eski Orhun deyince içim rahatladı. Benim hayalimdeki Orhon ırmağını daha sonra görecektim. Ama bu Orhun ırmağının bu küçük koluda bize çok şeyler söylüyordu. Geçmişte çok daha geniş vadi ve sulu akan bu ırmak ekolojik dengenin ve iklimlerin değişmesi ile azalıyormuş. Burada kuşların ördeklerin, büyük ve küçükbaş hayvan sürülerinin, atların görüntülerini çekiyor. Eski Orhun vadisinde tarihe ve zamana not düşmeye devam ediyoruz

Yeniden yola koyulup, Türkiye Cumhuriyeti tarafından yapılan asfalt yoldan geçerek, Karakurum şehrine gidiyoruz. Karakurum şehri ile Orhun abidelerinin bulunduğu alan 50 km buraya. Türkiye Cumhuriyeti devleti çok güzel bir asfat yol yapmış. Asfalt yoldan geçerken, geçmişteki Türk atalarımız sanki bize eşlik ediyordu. Orhun ırmağı vadisindeki Karakurum şehri uzaktan bir tablo gibi bize hoş geldin dercesine kuçağını açmış bekliyordu. Dağların eteğinde ırmağın kenarında yemyeşil düz bir alanda kurulan karakurum şehri Göktürk, Uygur ve Moğol İmpatorluklarına başkentlik yapmıştı. İpek yolunun da birleşme noktasıydı. 

Bugün O ihtişamlı impatorluk şehrinden geriye sadece 7 bin nüfuslu kasaba kalmış. Karakurum ile Ulanbatur arası yaklaşık 400 km. Sağlıklı yol olmadığı için 8-10 saatlik karayolu ile gelinebiliyor. Ancak uçaklarla da buraya gelinebiliyor. Burası çok uzak olduğu için ve uçakta çok pahalı olduğu için Moğolistan’a gelen bir çok Türk Orhun Abidelerini ve müzelerini görmeden Türkiye’ye dönüyorlar. Karakurum şehrinin hemen yanı başında Ötüken ormanlarından doğan Orhun nehrinin kenarındaki çadır tesislere geliyoruz. Cuma namazının vakti geçmek üzere, hızlı bir şekilde Cuma namazına hazırlık yapıp, ezan okuyarak Cuma namazımızı Orhon ırmağı kenarında kılıyoruz. 

Orhon ırmağı kenarında Karakurum şehri yıkıldıktan 800 yıl sonra belki ilk kez ezan okunuyor. Orhon ırmağı kenarından ki ezan sesi Orhon vadisi, Ötüken ormanları ve Hangay dağlarında yankı buluyordu. Orhon ırmağı, Ötüken ormaları olarak bildiğimiz  Karkurum şehrine 10 km uzaklıktaki Altay dağları silsilesi içindeki Hangay dağından doğarak, Selenge ırmağı ile birleeşip 1124 km yol yaptıktan sonra Baykal gölüne dökülüyor. Türk tarihinin kilometre çizgisi olan Orhon abidelerine ev sahipliği yapan Orhon ırmağı kenarında adeta çocuklar gibi şen olup ihtişamlı Türk tarihini düşünüyoruz. 

Cuma namazından sonra Türk İslam dünyasının huzur ve barışı, birlik ve berberliği için tekbirler getirip, kurban keserek dua ediyoruz.  Vadinin içerisinde yemyeşil ovada kurulu çadır kampımıza yerşleşiyoruz. çağlayarak akan orhun ırmağının sesi ile tam bir lüks otel konforunda çadıra yerleşi yerleşmez, kararan havaya aldırış etmeden, kendimi orhun ırmağının kenarına atıyorum. Karlı dağlardan doğarak gelen Orhun ırmağı Orhun ırmağı Köpük köpük akıyor, taş alıp, ırmağa doğru atarken, asırlar önce bu ırmak kenarındaki çoçukları ve ihşamlı tarihi düşünüyordum.

Irmağın kenarından ayrılmak istemiyorum ama günün farklı duygular içerisindeçadırıa dönerek, orhun ırmağının adeta ninni gibi gelen sesini dinlerek kendimi uykunun kollarına atıyorum.

Göktürk ve Moğol İmparatorluklarının Başkenti Karakurum’dayız

Bugün 18 Mayıs 2010. Göktürkler, Moğollar ve Uygur Türk İmparatorluğuna başkentlik yapmış tarihi Karakurum şehri üzerine güneş yeni doğarken, Orhon ırmağının  çağlayarak akan sesi bizi uykumuzun uyandırıyor.

Güneş bütün kızıllığını altın sarısıyla çadırlarımıza, Orhon vadisi ve Karakurum şehri üzerine serperken, kuş sesi ve bülbül sesleri ile güneşin muhteşem manzarasını Karakurum şehrinde belgesel görüntüleri çektik. Kahvaltımızı Orhon ırmağı nehri kenarında yaptıktan sonra, önce tarihi Karakurum şehrini tepeden seyretmek üzere dağlara tırmandık. İmparatoluklar şehrinden eser kalmamış. Şimdi küçücük bir kasaba. Tipik evleri ile güzel bir görünüm arz ediyor. Tarihi Karakurum şehrinden geriye kalan Erdenazu Budist tapınağı.Burası çok geniş bir alan. Bu tapınak bile Karakurum şehrinin ihtişamını yansıtmaya yetiyor.

 Çin ve Tibet kültür karışımı Budizm inancını yansıtan bu tapınak bir mabetten çok tipik görüntüsüyle adeta bir kale gibi. Tapınak tepeden bir tablo gibi Karakurum ovalarını süslüyor. Budist tapınağının içerinde birçok tapınak var. Tapınağın içerisine özel izin alarak çekim yapıyoruz. Ancak tapınağın giriş kapısından sonra bizi bir sürpriz bekliyordu. 800 yıl önce Moğol imparartorluğu dönemimden kalma Karakurum’da ki 17 camiden birine ait muhteşem bir taş kitabe adeta bize hoş geldin dercesine bizi karşılıyor. Kitabenin bir camiiye ait olduğunu söyleyen bir rehber, Karakurum’dan 17 ayrı etnik millet ile birçok dinin rahatça ve özgürce hayatını sürdürdüğünden söz ediyordu.

 Karakurum camisinden kalan bu kitabe Orhon vadisinde ki İslam medeniyetinden bir tapu senedi gibi dimdik ayakta duruyor. Kitabeyi elimizle okşuyor, 800 yıl önce Karakurum’un ihtaşımını düşünüyordum. Tarihi Karakurum şehrinin bulunduğu şehir ipekyolununda bulunduğu önemli bir kavşak noktasıydı. Bulunduğumuz Budist tapınağı Endenezu tarihi karakurum şehrinden ayakta kalan tek eser. Camiiler dahil bütün karakrum şehri yıkılmış. Şehir harabelerinin bulunduğu yere Erdenezu müzesini gezdikten sonra gideceğiz. 

ERDENEZUU MÜZESİNİ GEZİYORUZ

Budist tapınağı Erdenzuu müzei etrafı “tanrının evi” anlamına gelen kare planlı ve sivri surlarla çevrilmiş. Çok eski binalar bulunuyor. Budist tapınağını atesit Moğol rehber eşliğinde geziyoruz. Dev buda heykelleri, budanın yardımcıları, şeytan figuru, Budizm dinini sembolize eden resimler var. Budizm milattan önce 1500 yıllarında Tibet’te ortaya çıkan 90 yaşında ölen Buda’dan alıyor. Budizm’de cennet ve cehennem inancıda var. 

108 Tanrı’ya inanılıyor. Şeytan figürünün Budizm’de de olduğu ve şeytanı kadın kılığına giren bir meleğin öldürdüğüne inanılıyor. Bu müzede çok sayıda manastırlar ve ibadethaneler olduğu söyleniyor. Bu yerlerin birçok yerini gezip figürlerin, heykellerin ve aletlerin görüntülerini çekiyoruz. Erdene Zuu, 13.yy. da Büyük Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın geliştiği Karakurum bölgesinde, yapımından sonra sosyal ve siyasi nedenlerle defalarca dağıtılan ve kapatılan fakat günümüzde halen yaşayan ilk ve en büyük Budist Manastırıdır. Manastır UNESCO DÜNYA MİRASI listesine alınmıştır.

Bu manastır 1585’te Moğolistan’da Tibet tarzı Budizm’in tanıtımında ABTAİ SAİN HAN tarafından yapılmış. Buda inancına göre Tanrı’nın evi olarak adlandırılan 102 kuleli duvar ile çevrili olup,1680’de de yıkılmış fakat 18.y.y.da yeniden yapılmıştır.Erdeneuu müzesinin içinde 52 Budist tapınağı bulunuyor. Bu tapınakları tek tek gezip, belgesel çekiyoruz. Bizim dışımızda birçok Avrupa ülkesinden Çin ve Koreden turistler var. Türkiye’den çok az turist geliyor. Moğolistan’ı yılda 100 bin turistin ziyaret ettiğini öğreniyoruz.

   * KOMİNİST LİDER BUDİST RAHİPLERİ ÖLDÜRDÜ.

Moğolistan 1920’li yıllarda Komünist Rusya blokunda yer almıştı. 1939’da Moğol Komünist lider KHORLOGİİN CHOİBALSAN tarafından Budist tapınağı  tekrar yıkılmış ve yüz kadar manastırda 10 binden fazla Budist rahip öldürülmüştü. Budist rahiplerin öldürülmesine Stalin karşı çıkarak rahiplerin katliamını önlediğini de öğreniyoruz. Turistlerin büyük ilgi gösterdiği bu tapınakta ki üç küçük tapınak ve kuleli dış duvarlar 1947’de müzeye dönüştürülmüştür. Manastırın bu bölümlerinin Stalin’in baskısıyla Stalin ile Başkan yardımcısı HENRY A.VVALLACE “in 1944’teki Moğolistan delegasyonuna bağlı olarak dağıtılmadığı araştırmacılar tarafından kabul edilmektedir. Stalin’in Budistlere gösterdiği bu hoşgörü rehberimiz tarafından ilgi ile anlatılıyordu. 

Karakurumda’ki Budist tapınağından başka Moğolistan’da tek faal manastır başkent Ulaanbaatar’daki GANDANTEGCHİLEN KHİİD manastırıdır. Bu manastırıda da zorda olsa çekimler yapıyoruz. Başkent Ulanbatur’un en görkemli binası olan Budist tapınağında ki Buda heykeli adeta yerden semaya doğru yükselmiş durumda. Tayland’ta ki oturan ve yatan Buda heykellerine inat Ulanbatur’ da ki Budist tapınağında ki Buda heykeli adeta dünyaya hakim olma edasıyla fırlamış gibi. Bu tapınağın içinde ve çevresinde belgesel çekimleri yaparak tarihe not düşüyoruz.

Gezip dolaştığımız zaman zaman da Budist rahiplerle de belgesel görüntüler çektiğimiz Karakurum’ da ki Erdenezuu Budist tapmağı, Komünizm süresince müze olarak kullanılmasına izin verilmiş olmasına rağmen 1990’da komünizmin yıkılmasıyla küçük faaliyetleri olmuştur. Günümüzde aktif manastır ve müze olarak hizmete açılmıştır. Tapınağın içerisinde Budist rahipler, turistler, yerel kıyafetle Moğol tarihini canlandıran insanlarla hatıra fotoğraf çektiriyoruz.

Tapınaktaki belgesel çekimlerimizi tamamlayarak tapınağın dışında kartallarla poz verip, çekim yapıyoruz. Ardından Orhon ırmağı kenarında atlara binip, Orhon vadisinde sembolik olarak atalarımızın at sırtında ki hayatlarını da yaşamış oluyoruz.

TARİHİ KARAKURUM ŞEHRİNDE BELGESEL ÇEKİYORUZ.

Tarihi Karakurum şehrini gezmeye devam ediyoruz. Bir zamanlar imparatorluklara başkentlik yapan Karakurum’dan hiçbir eser kalmamış her yer dümdüz ovalar haline gelmiş. Alman ve diğer arkeologlar tarafından kazılar yapılmış. Bu muhteşem imparatorluk şehrinin ihtişamlı geçmişini başkent Ulanbaturda ki Moğol tarih müzesinde ki makette görmüştük. Bu şehrin maketi bile hoştu. Makette iki Camii minaresi ile birlikte çok net gözükürken, daha sonra yaptığımız araştırma da Moğol İmparatoru Cengiz Han döneminde 17 camii ve mescidin olduğunu öğrendik. 

Bu muhteşem şehirden sadece Budistlere ait Erdenezuu müzesi ile şamanlara ait Şaman tapınağı bulunuyor. Şehrin yıkılıp yakıldığını kiremitlerin demir ve simsiyah taş haline geldiğinden anlıyoruz. Bu tarihi şehirde sadece stursitlere satış yaan birkaç tezgah ve Moğol çadırından başka hiç bir şey yok.  Tarihi karakurum şehrinin bulunduğu belgesel görüntüler çekerken bu şehrin ihtişamlı geçmişini gözümüzün önünde canlandırmaya çalışıyoruz. 

Tarihi Karakurum şehri Orhun vadisi Hiung-nu, Göktürk ve Uygur imparatorluklarına beşiklik etmişti. Göktürkler, Hangay Dağları yakınlarındaki Ötüken diyarına yerleşmişti, Uygur Türk İmparatorluğu ise Karakurum şehrine 50 km mesafede Orhon ovalarından kurulu Karabalgasun’u başkent yapmışlardı.Ancak daha sonra Uygurlar, ülkenin merkezini Karakurum’a taşımışlardı. Karakurum bölgesi, Moğolistan’ın en eski tarım alanı olup, halen Moğolistan’da buğday ekimi yapılan olma özelliğine sahip. Seralar ve sulama kanalları ile sulu tarım yapılıyor. 

Karakurum, bir süre Harzemşahlar’a merkez olmuştu.1218/19 yıllarında Cengiz Han  Karakurum’u geçirdikten sonra Moğol Devleti 1220’de yeni bir başkent oluşturma isteğiyle Karakurum’u yeniden yapılandırmaya başlarlar. 1235 yılına kadar, Karakurum küçük bir kentti,Cengiz’den sonra Moğolların başına geçen Oktay Kağan’ın Çinlilere yenilmesinden sonra kentin çevresine surlar dikilmeye başlanmıştı. 

Oktay ve varisleri döneminde, Karakurum Ön Asya ve Orta Asya’nın önemli siyasi merkezlerinden oldu.

  *Karakurum hoşgörünün merkezi

Bir Flemenk-Fransız misyoner ve Papalık elçisi olarak 1254’te Karakurum’a ulaşan Rubruck’lu William’a tespitine göre; Karakurum kozmopolit bir kentti. Bir çok inanç vardı ve hepsine saygı duyuluyordu. Kent surlarla çevriliydi ve dört kapının dört yönetim merkeziyle yönetiliyordu, kentte iki kışla vardı. Dini açıdan kentte Paganlar, Mani dini’ne inananlar ve İslam’ı kabul edenler çoğunluktaydı. Şehirde iki cami ve Nesturi kilise olduğundan söz eder.”

1260’ta cengiz Han’ın oğlu Kubilay Han Moğol hanedanında kendini Moğol Hanı olarak duyurarak, başkenti Şangdu’ya taşır. Daha sonra ise başkent zamanın söyleyişi ile Hanbalık bugünkü adıyla Pekin oldu. Karakurum Avar hükümdarının 1271’de Çin’e girmesiyle yönetici kent özelliğini büyük ölçüde yitirdi. 1260’da, Kubilay Han kentin tüm tahıl ihtiyacını engelledi ve 1277’de Kaydu Han Karakurum’u işgal etti, Ancak, 14. yüzyılın ilk yarısında kent yeniden bir canlanma dönemine girdi. 1299’da kent doğuya doğru büyütüldü. 1311’de ve daha sonra 1342-1346 yılları arasında Budist ibadethaneleri onarıldı. 

1368’de Yuan Hanedanlığı’nın yıkılmasıyla birlikte Biliktü Kağan Karakurum’a yerleşti. 1388’de, Ming Hanedanlığı’ndan kamutan Hu Da şehre girip, Karakurum’u yağmaladı. Saghang Sechen, Erdeni-yin Tobči’de kentin 1415’te yeniden yapılandırılması için Kurultay’dan yetki alındığını iddia etti, ancak arkeolojik veriler bu iddiayı kanıtlayacak bulgulara ulaşamadı. Bununla birlikte, 16. yüzyılda Dayan Han kenti birkez daha başkent yaptı. Çeşitli zamanlarda kent Börçigin ve Oyrat kavimleri arasında el değiştirdi. 

1585’te Abatay Han kent yakınlarında Halhalar için bir Tibet Budizmi merkezi olan Erdene Zuu Manastırı’nı inşa etti. Bu inşaat yapılırken çeşitli malzemeler kullanıldı.

Karakurum’un gerçek konumu uzun itilaflara neden oldu. İlk ipuculardan Erdene Zuu’nun Karakurum’da olduğu 18. yüzyılda zaten biliniyordu. Ancak 20. yüzyıla kadar buranın Karabalgasun veya Ordu-Balık olabileceği düşünülüyordu. 1889’da, Nikolai Yadrintsev’in eski Moğol başkentini bulmak için yaptığı araştırmalar, Türk tarihinin ilk Türkçe yazılı belgeleri sayılan Orhun Yazıtları’nın bulunmasını sağladı. Yadrintsev’in yaptığı araştırmalardaki görüşleri Wilhelm Radloff tarafından da desteklendi.

Günümüzde de tarihi Karakurum şehri için girişimlerde bulunulmuştur. Başbakan Tsakhiagiin Elbegdorj 2004 yılında eski başkent Karakurum yerinde yeni bir şehir inşa etmek için bir proje geliştirmeye karar verdi. Uzmanlardan oluşan bir çalışma grubu atadı. Ona göre, yeni Karakurum örnek ve Moğolistan’ın başkenti olma vizyonuyla biçimlenecek bir tasarım olacaktı. Ancak Elbegdorj’un istifası ve Miyeegombiin Enkhbold’un başbakan olmasıyla birlikte tasarı rafa kaldırıldı.

Evet tarihi Karakurum şehri ile ilgili anlatılıp söylenecek çok şey var. Ancak Karakurum Türk tarihinin önemli kilometre taşı ve Orhun abidelerinin bulunduğu bölge. Karakurum ile ilgili Türkiye’de yeterli ilmi çalışmaların bulunmayışı büyük bir eksiklik.

*ORHON IRMAĞININ DOĞDUĞU YERE GİDİYORUZ

Karakurum şehri tarihimiz için önemli. Bölgede ki gezimizin şimdi ki durağı Orhon ırmağının doğduğu Orhon vadisi ve Hangay dağları. 4×4 bir jiple Orhon ırmağının doğduğu bölgeye yolculuğa çıkıyoruz. Önce Karakurum şehrine hakim Şaman ve Budist mabedlerinin yanı başında Karakurum’da imparatorluk kuran Hunlar’dan Göktürkler’e Moğollardan Uygurlara bölgenin tarihini anlatan büyük bir anıtın bulunduğu tepeye çıkıyoruz. 

Bu tepeden hem Karakurum şehri ve hem de Orhon ırmağının vadisi muhteşem gözüküyor. Karakurum ve Orhon vdisini doya doya seyrettikten sonra vadiye doğru yolculuğa çıkıyoruz. Orhon  ırmağı bize geliyor, biz Orhon ırmağına doğru koşuyoruz. Zaman zaman aracımızdan inerek Orhon ırmağından elimizi yüzümüzü yıkayarak serinliyoruz. Orhon ırmağı nazlı nazlı akıyor. Orhon ırmağının kenarında birçok yaban hayvanına rastlıyoruz. 

Kartal’ın ördek yavrularına saldırması, küçücük ördek yavrularının Kartallardan kurtulmasının ölüm kalım mücadelelerinin belgesel görüntülerini çekiyoruz. Erkek ve ana ördeğin yavrularına nasılda kol kanat gerdiğinde şahitlik yapıyoruz. Orhon vadisnde ki yaşanan mücadele bu coğrafyada geçmişten bugüne yaşanan insanlık tarihinden hiç de farkı yok. Büyük ve kğçükbaş ayvan sürüleri göçer çadırları, ötüken yaylarına çıkan Moğolların oluşturduğu manzaralar görülmeye değer. 

Karakurum bölgesi denizden 2414 metre yüksekliktedir. Bölgenin en yüksek noktası 3539 metre, en düşük 1290 metredir, %70’i el değmemiş boş alandır. Bölge  dağ keçileri, kar leoparları, yaban ayıları ve tilkilerin yaşam alanıdır. Tarihi kalıntıları en zengin bölge Karakurum bölgesidir. İlk taş devrinden kalan eserler ile Orhun yazıtları, Bilge Kağan ve Kültigin Anıtlarını bu bölgenin en zengin tarihi mekanları. Bu tarihi kalıntılar bölgenin ekonomik aktivitelerini de yönlendirmekte.

Karakurum UNESCO tarafından, saygıdeğer bir asaletle ve tabiatla uyumlu yaşamlarını asırlardır devam ettiren istikrarlı ve güçlü göçebe kültürünün liderliğinde gelişen ticaret ağı, yönetim, pazarlama,askeri ve dini merkez'” tanımlarıyla DÜNYA KÜLTÜR MİRASI LİSTESİ’ ne alınmıştır. Karakurum 140 yıl boyunca “İpek Yolu” üzerinde duraklama noktası olmuştur.

Orhun nehri Arkhangai yöresinde Khangai Dağlarından çıkarak, Rusyada Baykal Gölü ne karışan Selenge Nehrine dökülmeden 1124 km kuzeye doğru yükselir.Orhun nehri ülkenin en uzun nehridir. Önemli iki ana kola ayrılır. Bunlar Tuul Nehri ve Tamir nehridir.

Orhon nehri yatağı boyunca iki önemli antik kent insanlık tarihi ile birlikte Türk ve Moğol tarihi için çok önemlidir. KaraBalgas, Uygur imparatorluğuna başkentlik yaparken, Moğol İmparatorluğunun en eski başkenti Karakorum Orhon bölgesindedir. Orhon vadisi boyunca Hun İmparatorluğuna ait mezar kalıntılarına rastlanır.Orhon ırmağında ki 20 metreden dökülen 10 metre genişliğinde şelale görülmeye değer güzellikedir.

GÖKTÜRK İMPARATORLUĞU BU COĞRAFYA DA KURULMUŞTU

Göktürkler veya Kök-Türkler Orta Asya ve Çin’de yaşamış Türk toplumu. Göktürkler inanç ve düşünce yapılarına göre Göktanrı (Tanrı veya Tengri) tarafından devlet kurma görevinin kendilerine verildiğine inanır ve bu doğrultuda hareket ederlerdi. Bu yüzden kendilerini Göktürk olarak tanımlamışlardır. Türk adı ilk kez Göktürkler dönemine ait Orhun Yazıtları’nda geçmektedir.

Orta Asya’da Karakurum yakınında Ötüken kentiydi. Devlet başkanlarına «kağan», hakan soyundan olanlara “tigin” derlerdi. Devletin kuruluşunda kağan,

Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Tacikistan, Afganistan, Çin’in bir kısmı (Doğu Türkistan), Rusya ve Pakistan’ın bir kısmından oluşan bölge ve bölgeyi tanımlamak için kullanılan coğrafi terim.

Orhon bölgesi ve Ötüken diyarında gezimiz tüm hızıyla devam ederken heycalanıyoruz. Bu coğrafya Götürk imparatorluğunun kurulduğu yerler. Belki ilk kez bu coğrafya da belgesle çekilip araştırma yapılıyor. Göktürk imparatorluğunun  kurulduğu coğrafya da araştırma yapıp belgesle çekmek bize heyecan veriyor. Göktürkler, saltanatı Avarların elinden alarak devletlerini kurmuşlardı. Bu iki kağan ve onların oğulları zamanında Göktürkler, doğuda Kingan Dağları’ndan batıda Demirkapı’ya kadar bütün Orta Asya’ya egemen oldular. İran Sasani hükümdarı Hüsrev Nuşirevan ile anlaşarak Çin ipek ticaret yollarım ellerine geçirdiler. Türk egemenliğinin batıda yayılmasında ve Batı Türkistan Türkmenleşmesinde önemli rol oynadılar.

VII. yüzyılın ilk çeyreğinde bir durgunluk geçiren Göktürkler, Kutluğ İlteriş Kağan zamanında yeniden canlılık gösterdiler. Ama bu sırada doğudaki Çin tehlikesine, batıdan gelen ve Sasani egemenliğine son veren bir de Arap tehlikesi eklendi.

VIII. yüzyılın başlarında, 706’da Kapağan Kağan komuta ettiği Türk ordusu Çinlileri yenerek Türk devletinin durumunu düzeltirken, batıda Kültigin Kağan ordusuyla Buhara yakınlarına kadar ilerledi (707). Böylece Türkler batıda Araplarla karşı karşıya” geldiler.

Kapağan Kağan 716’da ölünce oğullarıyla yeğenleri Bilge ve Kültigin arasında iktidar mücadelesi başladı. Yeğenler bu savaşı kazandılar ama, ayrılıkçı İstemi Kağan Göktürk Devleti hükümdarı. Göktürk Devletinin (552-745) kurucusu olan Bumin (Bumın) Kağan’ın kardeşidir. Bumin Kağan (552-553), Avarlara isyân ettiğinde İstemi, on boyun başında olarak ona yardım etti. Göktürk Devleti kurulunca Bumin, Doğu Göktürk Hakanı, İstemi de Batı Göktürk Yabgusu oldu. Bum in’in 553 yılında ölümüyle İstemi Büyük Göktürk Kağanı seçildi. 576 tarihinde ölümüne kadar kağanlık yaptı.

Bumin ülkenin doğu kesimini yönetiyordu. Batı kesiminde ise kardeşi İstemi Kağan vardı, ama geleneğe göre o, doğu kağanına bağlıydı.

Türk boyları ve Çinlilerle uzun uzun uğraşmak zorunda kaldılar. Kültigin 731’de, ağabeyi Bilge Kağan ise 734’te öldüler. Geniş bölgeyi elde tutmak iyice güçleşti. Arap baskısına doğuda Moğol baskısı eklenince iç ayrılıkların da etkisiyle Göktürk Devleti  745 yılında son bulmuş ama geride muhteşem izler bırakmıştı. Ne acıdır bu izleri bugüne kadar yeteri derecede araştırılmadığı için Türkiye üniversitelerinde Göktürk devleti ile ilgili ne bir araştırma enstitüsü ne de bir kürsü bulunmamaktadır. Bu yazımız ve belgesellerimiz Türk üniversitelerini harekete geçirir, araştırma merkezleri ve enstitüler kurulmasına vesile oluruz.

*UYGUR İMPARATORLUĞUNUN BAŞKENTİ KARABALGASA GİDİYORUZ

Orhon vadisi ve Ötüken diyarında ki gezimizin şimdi ki durağı, Orhon ırmağının yakınında yemyeşil dağ eteği yamacında DURVULCUN uygur annıt mezarı. Bu anıt mezardan çok önemli bulgular ortaya çıkmış. Çin ve Moğol üniversiteleri tarafınan bu bölge de bilimsel kazılar yapılıyor. Kazı alanının bulunduğu yerde çekimler yapıyoruz. Bölge çok geniş bir alanı kapsıyor. Henüz araştırma ve açıklamalar yapılmamış. Bu bölge de çekimler yapıp yetkililerden bilgiler aldıktan sonra, Orhon ovasında kurulmuş, uygur imparatorluğuna başkentlik yapmış, tarihi Karabalgas şehrine yöneliyoruz. 

Şehrin kalıntıları ve surları uzaktan saray gibi gözküküyor. Arapça şehirli anlamına gelen medeniyetin karşılığı olan Türkçe Uygar sözlüğüne adını veren Uygur Türklerinin başkaneti Karabalgas’a yaklaştıkça heyecanımız artıyor. Surların büyüklüğü ve yüksekliği şehrin önemini gösteriyor. Surun üstüne çıkarak ilim, kültür ve medeniyete beşiklik etmiş Karabalgas’ın harabe ve erişan hali karşısında üzülüyorum. İhtişamlı Karabalgas şehrinde geriye sadece harabe şehir ve sur kalıntıları kalmış. Surlar etrafı ve şehir içinde araçla dolaşarak çekim yapıyor, karabalgas şehrine el sallayıp veda ederken Karabalgas’ın uygur Türk tarihinde ki ihtişamlı geçmişini düşünüyorum. 

745-840 yılları arasında Orhun ve Selenge Vadileri’nin yerli kavimleri olan Uygur Türkleri üçüncü büyük Türk devletini kurarlar. Başkentleri ise Karab algasun’du. Fuad Köprülü Uygurların; İskit, İrani, ve Türk unsurlarında mürekkep, fakat Türkleşmiş bir ırkı karışım olduğunu, sekizinci yüzyılın ortalarına kadar Buda dinine mensup olup bundan sonra Hıristiyanlık, Zerdüstlük ve Gnostisizmin bağdaşmasından doğan Manihaizm dinini kabul ettiklerini ve dokunzuncu yüzyılda Kırgızlar tarafından yıkıldıklarını dile getirir. 

Uygurlar minyatürde, kağıt ve mum yapma tekniklerinde, altın, gümüş ve demir işletmeciliğinde, çömlek yapımında, marangozluk, halıcılık gibi sanatlarda oldukça gelişmişlerdi. 

Türk dilinde ilk defa yazılı bir Türk edebiyatı meydana getirdiler. Uygurlar döneminde Türkçe, devletin bürokrasi dili haline gelmiş ve yazışmalar Uygur harfleriyle Türkçe olarak yapılmıştır. Yine Sanskrtiçeden, Çinceden Türkçeye kitaplar çevrilmiştir. 

Uygurlar memleketin birçok yerinde Mani mabetleri kuruyorlar. Bu mabetler aynı zamanda bir kütüphane ve bu dine mensup olanlar beyaz elbise ve beyaz başlık giyiniyorlar.

Türk dilinin gelişmesinde bir dönüm noktası olan Uygur dili ve yazısı Karahanlılar döneminde altın devrini yaşadı ve Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig eserinde en olgun ifadesini buldu.

Bu tespitler Horasan coğrafyasında ciddi araştırmalar yapan ve Asya’nın kandilleri adlı kitabı ile kültür tarihimize önemli hizmeti olmuş Halime TOROS hanımefendiye ait. Karabalgas veya Kara Balgasun şehrini ilk kez belgeselleştiren ve burada araştırma yapan Türk Gazetecisi ve televizyon programcısı olmanın haklı gururu ile Orhon vadisi ve Ötüken diyarına veda ederek Moğolistan’ın başkenti Ulanbatur’a doğru sabah güneşinin ilk ışıkları ile yola çıkıyoruz. Güneşin altın sarısı ışıkları Karakurum şehri ve Ötüken diyarı ile Orhon vadisinde muhteşem güzellik sunuyor.  

Yolumuz üzerinde Ulanbatur yakınlarında ki bir başka kültür coğrafyamıza çıkıyoruz. Burası başkent Ulanbatur yakınlarında ki Göktürk imparatorluğuna ait kültür havzası, Burası aynı zamanda doğal bitkiler ve yaban hayvanları milli parkı. Toprak yoldan bir hayli ilerleyerek milli park merkezine gidip, buradan yerl bir rehber alarak, tuz ve Moğolların Tuul nehrinin bulunduğu bölgeye derin vadiden geçerek iniyoruz. Bu vadi çok önemli.

  • GÖKTÜRK ANIT MEZAR TAŞLARI

Bu vadi doğal flora ve faunasının yanında 1991 den bu yana türü yeniden ve yeni iklimde üretilmekte olan (TAKHİ) Przevvalski vahşi atları ile Türk mezarları ve heykellerinin bulunduğu arkeoloji bölgesi.

Tuz (Tuul) Nehri’nin kuzey batı kıtasında 88 km. batısındadır. 34 heykel 525 Balbal mezar taşının bulunduğu bu bölgede ki anıtlar Göktürk kahramanlarına adanmış. Mezar kompleksi görülmeye değer. Burada belgesel görüntüler çekip rehberimizden ve ekibimizde ki bilim adamlarından bilgiler alıyoruz. Rehberin verdiği bilgiye göre, Göktürk devleti bu civarda kurulmuş. Vadinin etrafı İngut dağları ile çevrili. Bulunduğumuz bu bölge dünyanın Büyük Sahra Çölünden sonra ikinci büyük çölü olan Gobi çöl ününde başlangıç noktası. Bu bölge de bulunan Türk Kahramanlarına adanmış mezar kompleksleri büyük bir kısmı müzelere taşınmış. Mevcut yerlerin ve taşların görüntülerini çekip, rehberimiz ve ekibimizle Türk ve Moğol şarkıları ile veda ediyoruz.

Artık Ulanbatur’a yaklaşıyoruz. Vadilerden, dağlardan ve bozkırlardan geçerken türk tarihi yine gözlerimin önünde canlanıyor ve kendimi Türk Tarihinin muhteşem geçmişine doğru yola çıkıyorum.

Türkler için bir dönüm noktası Göktürk Devleti yıkılınca Çinliler bütün Türk yurdunu ele geçirmek istedi. Emevi Devleti’nin ortadan kalkmasını da fırsat bilen Çin, batıya yöneldi. 751 yılında Araplarla Çinliler Talas Irmağı boylarında karşı karşıya geldi. Talas Savaşı’nda Çin Ordusu karşısında zorlanan Müslümanların yardımına Türk süvarileri yetişti. Türk süvarileri karşısında neye uğradığını şaşıran Çinliler Talaş Savaşı’nda ağır bir yenilgiye uğradı, sonra Müslümanlar, Türklerin yüksek ahlakını, idarecilik ve savaştaki üstün meziyetlerini yakından tanıma imkanı buldular. İki millet arasından kaynaşma oldu. İslam’ı kendilerine yakın gören Türkler kitleler halinde İslam dinine girdiler.

    * TÜRKLER İSLAM ORDULARINDA…

Çok sayıda Türk, İslam ordusunda görev aldı. Zamanla Türk askerleri, ordu ve yönetimde söz sahibi oldu. Ve bin yıla yakın bir süre İslâmiyet’in bayraktarlığını yaptı. Cihana huzur, barış ve adalet dağıttı.

Türkler, Asya steplerinden Avrupa içlerine kadar uzanan bölgelerde büyük ve uzun ömürlü devletler kurdu. Kurulan her devlette İslam dininin ortaya koyduğu ilkeler ile Türk töre ve yaşayışı birbirine uyduğu ve birbirini tamamladığı için Türkler milli kimliklerini hiçbir zaman kaybetmediler. Büyük devletler, muhteşem medeniyetler kurdular.

Uygur Devleti’nin yıkılmasından sonra Karahanlı Devleti kuruldu. Kararanlılar İslamiyeti benimseyen ilk Türk devletiydi. Orta Asya bozkırlarında ilahi sesin duyulduğu bu ilk Müslüman Türk devleti oldu.

Türk kültür ve medeniyet tarihini anlayabilmek için Moğolistan’ı gezmek ve anlamak gerekiyor. Bugün Moğollarda birçok kültürleri ile Türklere benziyor. Moğol dili de Türk dili gibi Ural-Altay dil gurubundan. Moğolistan’ın genel kültürü ile araştırma yapıp bilgi sahibi olmaya çalışıyoruz.

MOĞOLLARDA TOPLUMSAL HAYAT

Moğol kültüründe Tibet Budizminden başka en etkili ikinci özellik göçebe yaşama olan bağdır.

Zaman içinde küçük değişim göstermiş olsada nefes kesen manzarasıyla bozkırın ayrılmaz eşidir.

Göçebe yaşam tarzı, en sıcak misafirperverlik ve sıcak karşılamayla şekillenmiştir. Göçerler yabancıya sunulan hoş karşılamanın gelecekte kesinlikle dönüşü olacağına inanırlar.

Cengiz Han’a duyulan saygı ve dillerden düşmeyen Cengiz Han söylemleri hayatın ayrılmaz parçasıdır.

MOĞOL MUTFAĞI

Moğollarda en büyük ve en önemli öğün sabah kahvaltısı ve akşam yemeğidir. Yiyecekler; yüzde yüz doğal ve ekolojik ürünlerden yapılır.

Coğrafi özellikleri nedeniyle tarım imkânı çok kısıtlı olan Moğolistan da beslenme et ve süt ürünleri tüketilmesi esasına göre düzenlenmiştir. Khorkhog -keçi etinin semaver benzeri bir kapta sıcak taşlar üzerinde pişirilmesi, buuz (etli mantı), ve tsuvan -yağda kızartılmış et- en bilinenleridir.

Tipik göçer Moğol ailesi yetiştirdikleri hayvanlardan haftada ortalama 2 koyun tüketir. Ana yemekleri keçi-koyun-kuzu eti ile yapılır. Et nadiren ızgara yapılır. Genellikle haşlanıp yağı ile birlikte tüketilir. Buğday kıymetli olduğu için un nadiren ve özenli kullanılır. Soğuk hava ve zorlu yaşam şartlarına direnmek için beslenme minimum sebze, maksimum yağ ve daha da fazla et prensibine göredir ve yemekler çok doyurucudur.

Geleneksel Moğolistan barbeküsünü tatma şansınız sadece bu ülke sınırlarında gerçekleşebilir.

Yemek, bire bir ölçüdeki su ve sütün içine atılan çay yapraklarının bir miktar tuz ile karıştırılarak kaynatılması prensibiyle elde edilen ” ÇAYLI SÜT ” ile birlikte yenir.

Dilerseniz çayınızı küçük taslarda tereyağı ya da kaymak ile de karıştırarak içebilirsiniz.

Çay dışında her yerde kesinlikle karşılaşacağınız bir başka içecek Türklerin

geleneksel içkisi KIMIZ’DIR. Moğolca ayrag denen Kımız, taze sağılmış at sütünün inek derisinden bir torbaya konup süzülmesi ve sık sık karıştırılması ile yapılır. Hafif ekşi ayran tadında bir içecek olan Kımız’da düşük oranda alkol oluşur. Öyle ki kımız içip sarhoş olabilmek pek mümkün değildir. 2 litre taze Kımızda ancak bir şişe biradaki kadar alkol oluşur. Kımız Şamanlar tarafından ayrıca ilaç olarak da kullanılır.

Turist kamplarında geleneksel kımız, yoğurt ve krema tatlarını da deneyebilirsiniz.

Moğolistan’da kurutulmuş peynir de et kadar çok tüketilir. Kurutulmuş peynir besleyici olması, kolayca yapılması, yaparken ve saklarken soğutma gerektirmemesi nedeniyle bölge için ideal bir yiyecektir.

Bazı kurutulmuş peynir cinsleri kemik kadar sert olabilir. Moğollar kurutulmuş peynirleri kuru tüketmenin yanında bir süre süt içinde bekleterek de tüketirler.

Bildiğiniz üzere turumuza tüm yemekler dâhildir. Şehirdeki yemekler Avrupa, Asya ve Moğol mutfağına ait olacaktır. Ger kamplarımızda sunulan kahvaltı ve akşam yemekleri batı ve Moğol yemeklerinin bir karışımı olarak hazırlanacaktır. Kişi başı günlük 2X 0.5 Lt içme suyu acente tarafından temin edilecektir.

MOĞOLİSTAN’DA İSLAM MEDENİYETİ.

Moğolistan’a gelipte İslam medeniyeti ile araştırma yapmadan dönmek olur mu? Biz de İslam medeniyeti ile ilgili burada araştırma yapıyoruz. 3 milyon nüfuslu Moğolistan’ da 300 bine yakın Müslüman yaşıyor. Moğolistan’ da ki Müslümanlar ve İslam medeniyeti ile ilgili bilgiyi Moğolistan İslam Federesyonu Başkanı Batır bek Hadis beyden alıyoruz. Türkiye’den gönüllü bu bölgelere giden ve Müslümanlara dini bilgi veren Moğolistan İslam Kültürleri Merkezi Birliği 300 civarında yatılı talebe okutuyor.

 Batırberk Hadis beyin verdiği bilgiye göre Ulanbatur’da dört Camii var. Moğolistan genelinde 45 camii bulunuyor. Müslümanlar daha çok Çin’in Doğu Türkistan sınırında ki Bayan Ölgey şehrinde yaşıyor. Devlet dine müdahele etmiyor. Ayrıca Batırberk Hadis bey Moğolistan Cumhurbaşkanın da danışmanlığını yapıyor. Batırberk Hadis beyin ifadesine gore, Ulanbatur’da Cengiz Han’dan 800 yıl sonra büyük bir Camii yapılıyor. Camiinin Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkelerinin desteği ile yapıldığını öğreniyoruz. Ve camiinin görüntülerini çekiyoruz. 

Moğolistan İslam Federasyonu Genel Başkan danışmanı Muzaffer beyden bilgiler alıyor. Bölge de yapılan İslami hizmetler ve kur’an eğitimi hakkında ki çalışmlar hakkında açıklamalar yapıyor.

Moğolistan’ daki Türk kolejini de ziyaret edip, kolejin çalışmaları ve hizmetleri hakkında bilgiler alırken, bu bölgeye eğitim gönüllüsü olarak gelen ve trafik kazası sonucu vefat eden Tonyukuk anıtı yakınlarında ki mezara defnedilen Adem TAT hocaya hayırla yad ediyoruz.

Moğolistan’da görevli Türkiye başbakanı adına hizmet veren kısa adı TİKA olan Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı Moğolistan koordinatörü Erol Çetin’den TİKA’nın bölge ile yaptıkları hizmetler hakkında bilgiler alıyoruz.

      * MOĞOLİSTAN’A VEDE EDERKEN…

Artık Moğolistan’a veda vakti geldi. 20 Haziran 2010 tarihinde Rusya hava yollarına ait Moskova üzerinden bizleri Türkiye’ye getirecek Rus uçağına binmek üzere Ulanbatur Cengiz Han havalimanından uçağa bindiğimde özellikle pencere kenarını tercih ediyorum. Uçağımız havalandığında Ulanbatur şehri, üzerinde Ulanbatur’a el sallayıp Moğolistan dağları bozkırlar, Orhon vadisi ve Ötüken diyarını geride bırakıp, Kuzey Kutbu üzerinden Rusya’nın başkenti Moskova’ya uçarken aklım Moğolistan’da kalıyor. Elveda Ulanbatur, elveda Cengiz Han, elveda Göktürkler, elveda Orhon vadisi ve Ötüken diyarı, elveda Orhun abideleri, elveda Karabalgas, elveda imparatorluklar şehri Karakurum, elveda Moğolistan elveda.

GEBZE ÇOBAN MUSTAFA PAŞA VAKFI KÜLLİYESİ NEDEN DÜNYA KÜLTÜR MİRASI İLAN EDİLMELİ?

Kültür ve Turizm Bakanlığı, UNESCO tarafından korunması gereken dünya kültür mirası listesine alınmasına yönelik çalışma başlatılan bir vakıf eseri olan Gebze Çoban Mustafa Paşa Külliyesi ile ilgili olarak Kocaeli İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nce ilgili külliye için yapılan araştırma yazısı.

GEBZE ÇOBAN MUSTAFA PAŞA VAKFI KÜLLİYESİ

Bünyesinde cami, medrese, türbe, kütüphane, hankâh, tabhâne, imaret, paşa odaları ve kervansaraya yer verilen Çoban Mustafa Paşa Külliyesi (1523-1524), Osmanlı mimarisinin klasik dönemine öncülük eden yapılarından biri olarak öne çıkmaktadır.

Gebze’den geçen İstanbul-Bağdat menzil yolu üzerinde Mimar Sinan’ın (1489-1588) da içinde bulunduğu Acem Ali’nin (d.?-ö.1537-1538) hassa mimarbaşılığı sırasında inşa edildiği ve külliyenin onarımlarının Mimar Sinan’ın mimarbaşılığı döneminde yapıldığı bilinmektedir.

Bununla birlikte külliyenin, Yavuz Sultan Selim’in (1470-1520) İstanbul’a Mısır’dan getirdiği Memlûk Sarayı’nın baş mimarı Ahmed bin el-Bedri Hasan bin el-Tulunî ve beraberinde gelen ustalar tarafından yapıldığı düşünülmektedir. Bu bağlamda, külliyenin merkezini oluşturan caminin taş süslemelerinin Memlûklu yapılarıyla boy ölçüşebilecek nitelikte olduğu görülmektedir. Memlûklu ustalarının işçiliğine, caminin son cemaat yerinin kuzey cephesi, iç mekân duvarları, pencere nişlerinin iç yüzeyi, mihrabı, minberi ve müezzin mahfilindeki beyaz, kırmızı, sarı ile siyah renkten oluşan taşlarının süslemesinde rastlanmaktadır. Cami, bu süsleme özelliği ile Anadolu’daki ünik örneklerden biridir.

Çoban Mustafa Paşa’nın en önemli hayratı olan ve kendi adıyla bilinen Çoban Mustafa Paşa Camii ve İmâreti, Gebze tarihi açısından XVI. yüzyıldan günümüze kalan en önemli eserdir. Yavuz Sultan Selim tarafından kendisine temlik edilen Gebze ve çevresini yatırıma dönüştürerek cami, hân, tabhane, paşa odaları, hânkâh, imâret, medrese, kütüphane, hamam ve türbeden oluşan külliyenin XVI. asrın değişen ihtiyaçları ve devletin imar politikasının bir tezahürü olarak menzil külliyelerinin konaklama ve ticarî etkinlik planlamasına uygun olarak inşa edildiği ortadadır. Keza külliye kavramı, sosyal amaçla inşâ edilen kamusal nitelikli yapılar topluluğunun da bir ifadesi olarak, inşa edildikleri dönemde, ilimden, sosyal ve kültürel hayattan dünya görüşüne, toplum sağlığının korunmasına kadar çok yaygın etkileri olduğu görülmektedir.

Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’nin merkezinde cami-i şerîf bulunur; hatta şöyle demek daha doğru olur; birinci derecede cami -veya mescit- ikinci derecede ise onaltı hücreli medrese ile bunlara bağlı olarak kervansaray/hân, on üç hücreli hânkâh, oniki sûfî hücresi, sıbyan mektebi darüşşifa, bimarhâne, yolcu ve misafirlerin konaklama ve istirahatı için tabhâneler, ahır, kiler, mutfak, yemek odası/salonu, fırın, odun ambarı, kütüphane ve türbe ile imâret, hamam, çeşme, şadırvan gibi diğer yapılar yer alır.

Gebze Çoban Mustafa Paşa İmâreti’nde medrese öğrencilerine, külliye görevlilerine ve gelen bütün misafirlere günde iki öğün yemek verilirdi.

Vakfiyenin kütüphane yeri için birden fazla mekân tahsis edilmesi, kütüphane, medrese ve sıbyan mektebi ile alakalı ayrıntılarına varıncaya kadar ihtiyacı karşılayacak personelin nitelikleriyle beraber liyakatla görevlendirilmeleri Vakfiyede ilmî faaliyetlere ve eğitime ciddi önem verildiğini göstermektedir. Tefsir, usul kitapları, şerhler ve fetvâ kitaplarının yanı sıra kelâm veya İslâm felsefesi gibi aklî düşünce ve tefekküre dayanan kitapların medrese programında olduğu görülmektedir.

Külliyenin hem cami hem de türbesinde yer alan ejder başlı kapı ve pencere halkaların form, teknik ve süsleme özellikleri bakımından Memlûk maden sanatıyla olan ilişkisi olduğu göze çarpar. Uzakdoğu ile Çin sanatının zaman içinde tipik hayvanı haline dönüşen ejder, Orta Asya’daki ilkel devirlerde kullanılan tasvirlerden biri olmuş, buradan Mezopotamya sanatına geçmiş, daha sonrasında kuzey Suriye ve Anadolu’da bu figür kullanılmıştır. Ejder tasviri, İslam el sanatlarındaki ürünlerde oldukça yoğun kullanılan figürlerden biri olmuştur. Bu figür, günümüze gelebilen madenî eserler içerisinde çok sayıdaki örneğe işlenmiştir. Anadolu Türk mimarisinin Artuklu ve Saltuklu dönemlerinde, ilk örnekleri görülen ejder figürüne, Anadolu Selçuklu mimarisinin cami, han, medrese gibi pek çok yapısında yaygın olarak rastlanmıştır.

Hükümdarların evreni boyun eğdirme tasviri hem Çin hem de Türk sanatında görülmekle birlikte ejder, topla birlikte taht veya bayrak süsü olarak kullanılmıştır. Merkezden dışarıya doğru kozmik düzeni temsilen ay, güneş ve yıldızlar âleminin sembollerinin yer aldığı, bununla birlikte ejderlerin de bu düzeni hareket ettiren gücü simgeledikleri ve bu figürlerin aralarına aldıkları felek çarkını döndürdüğüne inanılmıştır. Bu figürlerin sadece ayı ve güneşi yutmasının yanında onlardan doğduğuna inanılmış, ejderlerin sonsuzluk ve refahı da simgelediği kabul edilmiştir. Ayrıca çift ejderli tokmakların uğur ve mutluluk inancıyla bağlantılı olabileceği de benimsenmiştir.

Hem caminin hem de türbenin kapı kanatlarında yer verilmiştir. Yapıların kapılarından gelecek kötü etkilere karşı, taş ustaları tarafından kimi zaman ejder figürleri binanın bu bölümlerinde tasvir edilmiştir. Söz konusu figür, Osmanlı mimarisinde madenden üretilen birçok kapı halkası aracılığıyla kapılardaki konumunu sürdürdüğü görülmektedir. Çoban Mustafa Paşa Camii ve Türbesi’nin kapı kanatlarıyla da yetinilmeyip, bu iki yapının alt kat seviyesindeki pencere kapaklarına, ejder figürünün işlendiği halkalar yerleştirilerek binanın içinin dıştan gelebilecek kötü ruhlardan korunması amacıyla bu figürlere tılsım ve nazarlık anlamı yüklenmiş olması kuvvetle muhtemel görünmektedir.

Su Dolabı; Kanuni Sultan Süleyman devrinde 16. Yüzyıl’da Çoban Mustafa Paşa tarafından Mimar Sinan´ın baş halifesi Hüsam Kalfa’ ya inşa ettirilmiştir. Bostan Dolabı kare planlı bir zemin üzerindedir. Duvarları yüksekçedir ve üzerini örten çatı piramit şeklindedir. Genellikle Çoban Mustafa Paşa Camii´nin ve Gebze kentinin su ihtiyacını temin etmek amacıyla yaptırılmıştır. Gebze’mizin, Güzeller Mahallesi, 53 pafta, 437 ada, 16 numaralı parselde yer alan, Gebze merkezinde bulunan bu alana Yazı Alanı, bahsi geçen Su Dolabına Bostan Dolabı da denilmektedir. 1370 metrekare arsa alan içinde, 8.5 metre yüksekliğine sahip olup, zemin ve asma kattan oluşmaktadır. Toplamda 279 metrekare olan Su Dolabının, ana kuyusunun çapı 550 cm olup, derinliği takribi 13 metredir.

Yazılı kaynaklardan incelerimize göre 17. Yüzyılda Köprülü Fazıl Ahmed Paşa Kethüdası İbrahim Paşa tarafından yaptırılmıştır. Su Dolabı kareye yakın dikdörtgen planlı bir zemin üzerindedir. Duvarları yüksekçe ve üzerini örten çatı piramit şeklinde dört yöne eğimli bir çatıdır. Zamanında Çoban Mustafa Paşa Camii’nin ve Gebze kentinin su ihtiyacını temin etmek amacıyla yaptırılan dolabın iki kuyudan oluştuğu ve beygirlerle döndürülerek su temin edildiği anlaşılmaktadır. Dolap içerisindeki hayvan bağlama yerleri bu durumu desteklemekte olup diğer kuyularla ve döndürme mekanizması ile ilgili günümüze ulaşabilmiş bir veri bulunmamaktadır. Dolabın yakınında bulunan Arap çeşmesine de su temin ettiği rivayetlerden anlaşılmakta olup günümüzde bununla ilgili gözle görülür bir veri bulunmamaktadır. Dolap yaklaşık 18 metreye – 13 metrelik dikdörtgen planlı bir yapıdır. Duvarları ahşap hatılı moloz taş duvar olup, çatısı dört yöne eğimli, asma strüktürlüdür. Çatının konstrüksiyonu ahşap olup, örtüsü alaturka kiremittir. Taş olan beden duvarlarına oturmakla birlikte yapının içinde bulunan 9 adet ahşap dikmeyle desteklenmektedir. Bu dikmeler zaman içerisinde yapılan onarımlarda değiştirilmiştir. Binanın içinde 5.65 metre çapında, 12 metre derinliğinde taş örgülü bir kuyu vardır.

Geçmişte Gebze’ye su dağıtımı buradan yapılmıştır. Mimari ve Malzeme Yapının beden duvarları, ahşap hatıllı moloz taş örgülüdür. Zemine doğru kıtıklı sıva, yukarılara doğru ise kerpiç sıvalıdır. Kerpiç sıva yer yer gözükmektedir. Moloz taş duvarın içindeki çürüyen ahşap hatıllar yenilenmiş ve eksik olan ahşaplar tamamlanmıştır. Duvarlar yer yer döküldüğü için örgü sistemi net olarak görülebilmektedir. Bursa Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun 28.06.2001 tarih ve 8542 sayılı karar ile tescil edilmistir.2017 yılında Gebze Belediyesi tarafından başlatılan restorasyon çalışmalar 2019 yılında tamamlanarak, ziyarete açılmıştır.” (Kaynak: Mimar Müge Ölmez)

Bir Vakıf Şehri KOCAELİ’ de Vakıflar Medeniyeti

Ben, kökleri tarihin derinliklerine uzanan koca bir çınarım…

Bin yılları, beş bin yılları devire devire bugüne gelmiş bir medeniyetler beşiğiyim. Doğu-Batı arasında bir köprü, İpek Yolları’nın birleşme noktasıyım.

Ben Selçuklu’ yum… Osmanlı’nın ilk sancak merkezi İzmit’ im. Türkiye’nin “Cumhuriyet” oluşunu dünyaya duyurduğu yerim.

Ben adını Kocaeli fatihi ve bir vakıf insanı Akçakoca Gazi’den alan Türkiye’nin önemli illerinden biriyim.

Ben, Fatih’in ebediyete yürüdüğü Çayırova’daki Hünkar Çayırı’yım.

Ben, Kültür ve Turizm Bölgesi Darıca’nın marka değeri Bayramoğlu’yum.

Ben, Şifalı Çene Suyunun kaynağı Derince’ deki su medeniyetiyim.

Ben, Dağ ve yayla turizminin adresi Kartepe’nin yeşil örtülü zirveleriyim.

Ben, Dünya markası İpek halı merkezi Körfez’in değeri Hereke’yim.

Ben, Pehlivanlar diyarı Karamürsel’deki Valide Köprüsü’yüm.

Ben, Donanma şehri Gölcük’teki Sultan Baba Türbesi’yim.

Ben, Kandıra Baba Tepe’deki Sultan Orhan’ın komutanı Akçakoca Gazi’yim.

Ben, Organize Sanayi Bölgesi Dilovası’ndaki Tavşancıl evleriyim.

Ben, Sanayi ve teknolojinin kalbi Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’yim.

Ben, Asırlara meydan okuyan sancak merkezi İzmit’teki Pertev Paşa Vakfı Külliyesi’yim.

Ben, Adını Akça Koca Gazi’den alan, kültür ve medeniyet tarihimize iz bırakan vakıfların şehri KOCAELİ’ yim.


KOCAELİ DE VAKIF MEDENİYETİ..

Günümüzde Kocaeli’nin cazibe merkezi haline gelmesinde elbette sanayi kuruluşlarının etkisini göz ardı edemeyiz. Ancak, Kocaeli’nin sanayi yönünün ön plana çıkmasıyla, tarihi ve kültürel değerlerini görmemezlikten gelmek doğru olmaz. Bir sanayi şehri olması nedeniyle, yurdun her yerinden göç alan şehrimiz “taşı toprağı altın olmuş” bir hale gelse de asırlarca ayakta kalan tarihi ve kültürel değerleri, tabiat güzellikleri ve gelenek görenekleri şehrimize kimlik kazandıran asıl değerlerdir.

Osmanlı’dan Cumhuriyete Kocaeli’nin kentleşme sürecine baktığımızda Kocaeli’de kurulan vakıfların bölgeye çok büyük katkısı olduğunu görüyoruz. Osmanlı arşiv belgeleri incelendiğinde Kocaeli bölgesi adeta bir vakıf şehri. Kocaeli’nin şehirleşmesinde hayırsever devlet adamlarının kurdukları vakıfları tanımak ve koruyup gelecek kuşaklara emanet etmek gerekiyor.

Orhan Gazi Gebze ve dolaylarını fethettiğinde Gebze’nin yerini şehirliye temlik etmiş ve burada bir cami yaptırmıştır. Aynı geleneğin devamı çerçevesinde İznik’te mescit, medrese bina ettirmiştir. Toplumun ihtiyaçlarının karşılamak amacına yönelik olan bu imar faaliyetleri vakıflar aracılığı ile yürütülmekteydi. Vakıfların şehrin birçok ihtiyacının karşılanmasındaki katkısı tartışılmaz bir kabulü gerektirmektedir. Bu nedenle Türk şehri denilince birçok başka özelliklerinin yanı sıra vakıf eserleri de akla gelmekteydi.


BELGESEL TADINDA BİR VAKIF ŞEHRİ
KOCAELİ’DE TARİHİ VE KÜLTÜR MİRASI TURU

Bir vakıf şehri, Osmanlı döneminde İzmit sancağı olarak sınırları Sakarya İznik ve Yalova bölgesine içine alan Kocaeli bölgesi, tam anlamı ile Açık Hava Müzesi konumunda birbirinden önemli tarih ve kültür mirasına sahip bir ilimizdir.
Vakıf ruhu ile belgesel tadında Kocaeli tarih ve kültür mirası turuna bizzat Sultan Orhan Gazi tarafından Kocaeli bölgesinin fethi için görevlendirilen ve Kocaeli bölgesine adını veren Sakarya’nın Kocaali ve Düzce’nin Akçakoca ilçesinde adı ebedi olarak yaşayacak Akçakoca Gazi’nin Kandıra Baba Tepe’deki anıt mezarını ziyaret ederek başlıyoruz.

AKÇAKOCA ANIT MEZARI

1234-1328 yıllarında yaşamış Kocaeli Fatihi Akçakoca Bey, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda önemli rol oynamış, Kocaeli ve havalisinin Türk-İslâm yurdu haline gelmesinde gayret göstermiş bir Osmanlı Akıncı Beyi’dir. 1326 yılında Kandıra ve civarını, ardından Konur Alp ve Abdurrahman Gazi ile birlikte Kartal civarındaki Aydos’u, sonrasında da Samandıra Hisarı’nı fethetmiştir.
İzmit-Üsküdar arasındaki bölgeye de akınlarda bulunan Akçakoca, İzmit’in fethinden önce, 1328 yılında Kandıra yakınlarındaki bir tepede vefat etmiş, eski Türk adetleri gereğince vefat ettiği yere defnedilmiştir. Fetihlerde bulunduğu İzmit ve çevresine, “Akçakoca Bey’in yurdu-toprakları” manasında “Koca-ili’” denilmiştir. Kandıra bölgesinin en yüksek tepesi olan Babadağ’da yer alan anıt mezar Türk Otağı görünümlüdür. 400 metre rakımlı tepeden ormanın yeşili ve denizin mavisine hâkim panoramik manzarasını ve gün batımını izlemeden dönülmemeli.

KOCAELİ DE VAKIF TURU

Bütün bu amaçlar doğrultusunda Kocaeli Sancağı’nda birçok vakıf kurulmuş veya Bursa ve İstanbul’da kurulan vakıflara gelir olmak üzere köyler, dükkânlar, çiftlikler, kişilere ait mülkler vakfedilmiştir. Kocaeli sancağında vakıf kuranlar sadece Orhan Bey ve Süleyman Paşa değildir. Onların başlattıkları gelenek daha sonraki yıllarda üst düzey yöneticilerden halka kadar birçok kişi tarafından devam ettirilmiştir. Bu vakıflara Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşa’yı, Çandarlı Halil Paşa’yı, Kadı Fazlullah’ı, Çoban Mustafa Paşa’yı, Yakut Paşa’yı, Hatice Hatun’u, Hafsa Hatun’u, Şeyh Muhyiddin Halife’yi örnek vermek yeterli olacaktır.

Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bilgi ve belgelerine göre, Osmanlı döneminde merkezi Gebze’de olan ve birçok mal varlığı bulunan Osmanlı vakıf sayısının 10 olduğu başka yerlerde kurulduğu halde Gebze’de mal varlığı olan vakıf sayısının ise 9 olduğu görülmektedir. Bilgi ve belgesi bulunamayan çok sayıda vakfın Gebze bölgesinde mal varlığı olduğu bilinmekte. Toplam 19 vakfın Gebze’de faaliyet gösterdiği bunlar içerisinde Çoban Mustafa Paşa vakfının çok ayrı yeri olduğu tarihi belgelerde ortaya çıkmaktadır.

Tam anlamı ile bir vakıf adamı olan Çoban Mustafa Paşa’nın Gebze bölgesindeki külliyesi ve vakıf malları 500 yıldan beri insanlığa hizmet vermektedir. Mustafa Paşa’nın sadece Gebze bölgesinde değil, başta İstanbul olmak üzere, Eskişehir il merkezindeki Kurşunlu Camii ve Külliyesi, Gebze’deki Mustafa Paşa Külliyesi’nin adeta bir kopyası konumundadır. Filibe, Silistre gibi Bulgaristan’da birçok yerde vakıf malının olduğu bilinmektedir. Makedonya’nın başkenti Üsküp’te de adına yapılan Mustafa Paşa Camii ve Makedonya’nın bir çok bölgesinde vakıf mallarının olunduğu tarihi belgeseller ile ortaya çıkmaktadır. Rodos’un fethini gerçekleştiren Mustafa Paşa’nın Rodos’ta da çok kıymetli vakıf mallarının olduğu bilinmektedir.

İzmit’e baktığımızda özgünlüğünü koruyabilmiş bir Mimar Sinan yapısı olan Pertevpaşa Camisi ile karşılaşırız. Pertev Mehmed Paşa’nın vasiyeti üzerine, 1572’de yapımına başlanmış, 1579’da bitirilmiş bir külliye olan bu yapıdan geriye sadece cami ve okul kalmıştır. Hamam ise kalıntı halinde bulunmaktadır. Yapıldığı dönemde külliye, Yeni Cuma Mahallesi’nde, caddenin iki yanına dizili, cami, hamam, çeşme, okul, imaret yapılarından oluşmaktaydı. Osmanlı ordusunun sefer yolları üzerindeki konak noktasında yapılan külliye, daha çok ordunun ihtiyacı için kullanılmıştır.

Üsküdar Hurufat Defterlerine Göre Gebze (Gekboze) de yerleşimlerin de 16.yy.’dan günümüze kadar vakıf mevcudiyetleri araştırılmış, Kayıtlara göre, 18.yy.’da Gebze nahiyesinde 20 adet cami, 8 adet mescit, 3 adet zaviye, 3 adet mektep ve 1 adet muallimhâne vakıf eserleri ortaya çıkartılmıştır.

Gebze’nin kentleşmesinde büyük katkısı olan vakıflar ve vakıf eserlerinin korunması milli ve manevi bir görevdir. Kültür ve medeniyet tarihimizde vakıflar büyük hizmetler yapmışlardır. İslam hukukuna göre vakıflar özel mülke konu olsalar da gördükleri fonksiyon itibariyle birer kamu kurumu niteliğindedirler. Bu bakımdan vakıflar aynı zamanda sosyal yapının da çok önemli bir belirleyicisi durumundadır.
Gebze’nin şehirleşmesinde hayırsever devlet adamlarının kurdukları vakıfları tanımak ve koruyup gelecek kuşaklara emanet etmek gerekiyor. Gebze’nin fethinden hemen sonra Gebze fatihi Sultan Orhan’ın Gebze’de kurduğu vakfı ile Gebze bölgesi bir vakıf toprağı olmuştur. Sultan Orhan’ın kurduğu bu vakfın Gebze’nin Türk İslam şehri olmasında etkisi büyüktür. Gebze ikinci kez Çelebi Sultan Mehmet tarafından fethedilince Darıca bölgesi Sultan Mehmet’in Bursa’da kurduğu vakfına bağlanmıştır. Bu dönemde bizzat devlet erkânı tarafından kurulup geliştirilen vakıf müessesinin misalleri olarak Gebze’de Osmanlı dönemi boyunca çok sayıda vakıf kurulmuş veya bazı yerleşim yerleri başka beldelerdeki vakıflara gelir olarak vakıf edilmiştir. Osmanlı döneminde Gebze de kurulan vakıflardan bazıları Kültür ve medeniyet tarihimiz de vakıfların önemini göstermektedir.

OSMANLI’NIN İLK SANCAK MERKEZİ İZMİT BÖLGESİNDE VAKIF MEDENİYETİ

 Birçok medeniyete beşiklik eden İslam ordularının İstanbul’u fethe gelirken geçtikleri Osmanlı da İzmit Sancağına bağlı Sakarya nehri boylarının fethi kolay olmamıştır.


Bu bölgelerin Selçuklular da zaman zaman hakimiydi. Akyazı bölgesi ve Sakarya nehri boyların da 60 yıl Selçuklu Umur Beyliğinin hüküm sürdüğü biliniyor.
Sakarya nehri boylarında tarihin sessiz tanığı vakıflar medeniyetinden izler taşıyan kalelerden Söğütlü Harmantepe kalesinde www.devialem.tv ve  www.gebzegazetesi.com   olarak yaptığımız canlı yayını sizlerle paylaşarak Kocaeli de Vakıflar Medeniyeti Tarihimizin izlerini sürmeye devam ediyoruz.
https://fb.watch/fp81_jkxXP/

Kocaeli bölgesinin fethin de Sakarya nehri boyların da Osmanlı vakıf medeniyetinden izler taşıyan kaleler çoktan yıkılıp yok olmuş Harmantepe kalesi başta olmak üzere bu kalelerde Selçuklu ve Osmanlı da hüküm sürmüş. Söğütlü Harmantepe şehitliğindeki mescidin minberi yeni kazılarda ortaya çıkarılmış Ferizli İlçesi’nin kuzeyinde, Seyifler Köyü’nün güneyinde, Sakarya Nehri’nin Çark Suyu ile yakınlaştığı noktada bulunan kale kalıntılarının batı ve kuzey bölümündeki yarım daire şeklindeki iki burcu halen ayaktadır. Bizans Dönemi’nde stratejik bir noktada yapılan, Karadeniz-Adapazarı yolu üzerinde Çarksuyu ve Sakarya Nehri üzerindeki köprülerin güvenliğini sağlamak amacıyla her iki akarsuya da çok yakın bir noktada kurulmuş yaklaşık 80×80 metre boyutlarında küçük bir kaledir. Çark suyunun Sakarya nehrine birleştiği yerde Seyifler kalesi. Harmantepe Köyü kuzeyindeki Harmantepe kalesi, halen tamamen yıkılmış olan Poyrazlar Köyü yanında ve Domuztepe ile Tersiye tepeleri üzerindeki kaleler, Kayalar Mahmudiye Köyü doğusundaki kale Adliye Köyü güneyindeki Adliye kalesi, Sapanca’nın Kurtköy kalesi. Geyve Boğazı’ndaki geçidi tutan Çobankale, Pamukova’ daki Pahalar Kalesi ile Mekece Kalesi Sakarya nehri boyuna inci tanesi gibi dizilmiş hudut muhafaza kontrol kuleleridir. Kocaeli fatihi Sultan Orhan ve oğlu İzmit sancak beyi Gazi Süleyman Bey askerleri ile bu kaleleri bir bir alarak Kocaeli yarım adasına ilerlemiş bölgeyi fetih ederek Vakıf Medeniyeti ile Türk İslam yurdu yapmıştır.

KOCAELİ NİN FETHİNDE GEYVE BOĞAZI VE ORHAN GAZİNİN KURDUĞU İLK VAKIF

Adını Sultan Orhan Gazi’nin komutanlarından Akçakoca Gazi’den alan Kocaeli Bölgesi Osmanlı da ilk vakfın kurulduğu yer olarak da kültür tarihimize adını yazdırmıştır.

Hicri 700 tarihli (M.1301) tarihli Sultan Orhan Gazinin vakfiye beratında “Biti hükmi oldur, biti getüren Şeyh İzzeddin İsmail ve atası İbrahim Şeyh yirin Çalıca’da vakf eyledüm vakf ola kimesne mâni’ vü mu’arız olmasun, biti getürenler biti sözine itimad kılsun, biti(vi) hakikat bilsünler.” diye yazmaktadır.
Vakfiye de geçen bu kayıttan Orhan Bey’in atası Şeyh İbrahim yerine Şeyh İzzeddin İsmail’e Çalıca adında bir yeri vakfetmiş olduğu anlaşılmaktadır.

Bir vakıf insanı Sultanı Orhan Gazi’nin 1301 yılında İzmit Sancağına bağlı bugünkü Sakarya bölgesinde kurduğu ve Hendek bölgesini vakıf ettiği arşiv belgelerinde yer almaktadır.

Allah dostu gönül sultanı Horasan Eren’i İsmail İzzettin hazretleri adına bizzat Orhangazi’nin imzasını taşıyan vakıf senedinin bulunduğu Hendeğin Şeyhler köyünde araştırma ve belgesel çekimi yaptık. Kocaeli bölgesi fatihi Sultan Orhan gaziden sonra birçok sultan ve vezirin imzasını taşıyan vakıf senetlerinin orijinal görüntülerinin belgeselini çekerek tarihe düştük.

Sakarya Hendek ilçesi Şeyhler köyünde Orhan Gazi’nin imzasını taşıyan 1301 tarihli vakıf senedi 1990 yılı başlarında Sakarya Valiliği tarafından incelenmek üzere köylülerden alınmış ve bir daha geri verilmemiş. Köy muhtarı Hakkı Çalık ve köylülerden Mücahit Bulan, Orhan Gazi’nin Ceylan derisi üzerine yazılmış 1301 tarihli vakıf senedinin bulunması için devlet yetkililerinden yardım ve destek istiyorlar.
Devri alem belgesel programı olarak Kocaeli Vakıflar Medeniyeti Tarihimiz için çok önemli olan Orhan Gazi Vakfı İle ilgili çekimleri sizlerle paylaşıyoruz

https://www.gazetegebze.com.tr/kose-yazilari/osmanlida-ilk-vakif-sakaryada-kuruldu.html


KOCAELİ NİN FETHİNDE GEYVE’NİN ÖNEMİ

Osmanlı’nın ilk sancak merkezi İzmit sancağına bağlı Kocaeli ve Sakarya bölgesindeki vakıflar Sultan Orhan Gazi ile oğlu Süleyman Paşa’ya ait “Evkaf-ı Ada” ya bağlı yerlerde, mesela başta Geyve bölgesi olmak üzere Kaymaklı, Kuyumculu, Emir Ali Karagöz, Meğri, Çökre, Bilandeki ve daha birçok yerde göze çarpmaktadır. Tersiye Çandı Camii de Orhan Bey adına idi.

İzmit Gebze Kandıra Adapazarı’ndaki Akyazı ve Hendek taraflarında da bu tür camiler vardır. Karaağaç Dibi Vakfı da Orhan Bey’e aitti.

1954 yılına kadar Kocaeli iline bağlı Adapazarı adı ile kaza merkezi olan bir zamanlar İzmit sancağı içinde yer alan Adapazarı’nda Osmanlı döneminden kalan sembol yapılardan biri Orhan Cami’dir. Orhan Gazi tarafından yaptırılan bu caminin giderleri için kendisi belli yerler vakfetmişti.

1313 yılında Geyve’nin fethi ile Kocaeli ve Sakarya çevresindeki Göynük, Taraklı Yenicesi ve Mudurnu, Sultan Orhan Bey’in oğlu İzmit Sancak Beyi Gazi Süleyman Paşa’nın eline geçtiği sırada bir meslek sahibi olan Ahiler de bu topraklarda faaliyetlerini sürdürdüler. Manav Türkmenlerin Kocaeli ve Sakarya bölgesine yerleşmesinde Ahilerin de önemli rolleri oldu.

Ahiler, Kocaeli ve Sakarya yöresine gelen Türkmenlerin yerleşik hayata geçmelerinde koruyucu bir unsur olduğu gibi, bazen de daha ileri giderek Osmanlı devletinin yönetimdeki kuvvet kaynağını oluşturdular. Nitekim Orhan Gazi’nin oğlu İzmit sancak beyi Gazi Süleyman Paşa, Sapanca’daki bir köprünün bakım ve onarımı için topraklar vakfederken yönetimini de Ahilere bırakıyordu.

Günümüz Pamukova (Akhisar, Akhisar-ı Geyve) sınırlarında yer alan Mekece, Sultan Orhan Gazi’nin İzmit sancağında kurduğu ilk vakıf olarak medeniyet tarihimizde yer almıştır.

Osmanlı’nın Kocaeli ve Sakarya coğrafyasına ilk giriş merkezi olan Geyve boğazının Mekece Köyü fetih sonrası imar edilmiştir. 1324 tarihli Vakfiyede Sultan Orhan Gazi Vakıflar medeniyeti tarihimize ışık tutan şu tarihi bilgilere yer vermiştir.

SULTAN ORHAN GAZİ’NİN İZMİT SANCAĞINA BAĞLI GEYVE’ DE KURDUĞU İLK VAKFIN VAKFİYESİ

“…Ben Şücaaddin Orhan Bin Fahrüddin Osman. Hududu ile Mekece nahiyesinin tamamını sırf Allah rızası için (vakfettim). O Hanikahda misafir olan gelüp gidici fıkarayı, garibleri, miskinleri, dervişleri ve ehli ilmi (iskân ve intak) etmesi için azadlı kölem Tâvaşi Şerefeddin Mukbili (Mütevelli vakıf tayin ettim) vakfın vazifesi (yani varidatı) ne ise bunlara sarf edilsin ve her kim ki bu vazifeden nasib almağa müstahak değilse Hanıkahta misafir olmasın. Bu vakfiyeyi okuyanlar bilmiş olsunlar ki Mekecenin tevliyetini bu Hanikahın kullarının çocuklarından kim salih ise ona verdim ve bugünden itibaren tevliyete hizmet etmek, gelene gidene sarf etmek ve elinden geldiği kadar hizmet etmek üzere Şerefeddin Mukbil’e tefviz ettim. Bu hizmete mukabil hasılatın mecmuundan öşür alsın. Benim çocuklarımdan ve varislerimden hiçbir ferdin bunda hakkı yoktur. Bu tevliyete bu Hanikahın bendelerinin salih olan çocukları nesilden nesle batından batna ve asırdan asra irişsin yani nail olsun. Bu hususta niza eden ve bu mânanın butlânma çalışan ve yalan, iftira, zulm ve adavet gösteren kimse şeriatı nebeviye in-dinde makbul olmaz. İkrar ettiğim veçhile bu tevliyeti hüccet ile bu hanikahın kullarının çocuklarından en salih olanına hini hacette göstermesi için verdim, ta ki herhangi bir mahlûk çıkup da müdahale, muzâhame ve tağyir etmesin. Kim müdahele ve muzâhame ederse Allah’ın ve Resulûllah Sallâl-lâhü Aleyhi Vesselamın laneti onun üzerine olacaktır. Bu vesikayı okuyanlar, hazır olan cemaatın şehadetiyle bunu hakikat bilsinler ve itimat etsinler. Onların rızasiyle yazıldı. Benim mülkümden olan mezkûr Mekeceyi (bu vesikayı) mütalea edenler vakıf bileler ve inşaal-lahü taalâ itimad edeler.”

Vakfiyesi dönemi ve konusu itibariyle çok önemli bir belgedir. Orhan Gazi buradaki zaviyeyi ne amaçla vakfettiğini bu vakfiyede anlatmıştır. Akhisar-ı Geyve kazasında Mekece köyündeki Sultan Orhan Gazi’nin Şerafeddin Paşa’ya vakfettiği bu imaretin vakıf mütevellisi 17 Nisan 1673 tarihinde Kaymakam Yusuf Bey’di. Pamukova’da bulunan bir köy Sultan Orhan vakfına aitti. Bu köye vakıf tarafından tayin edilen zabitler haricinde kimsenin müdahale ettirilmemesi merkezi hükümet tarafından isteniyordu. Karasu bölgesinde hâkimiyet sağlandıktan sonra Orhan Gazi’nin buraya bağlı Kuyumculu ve Balıklagu köyleri arazisini imamlık ve hatiplik için Karasu mescidine vakfetmiştir. 21 Temmuz 1764 tarihli bir arşiv kaydında “Karasu kazasına tabi Kuyumcullu divanında Sultan Orhan tâbe serahu hazretlerinin bina eylediği mescid-i şerifde” denilmektedir.

Kocaeli ve Sakarya bölgesinin Osmanlılar’ tarafından fethin de çok önemli yere sahip olan Geyve, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin yıkılıp Kocaeli bölgesinin İngilizler tarafından işgalinden sonra, Kocaeli Valiliği o tarihte İzmit’e bağlı kaza merkezi olan Geyve’ye taşınmış, Kocaeli Bölgesi kurtuluş savaşı boyunca Geyve’deki vilayet merkezinden idare edilmiştir.Geyve’de Gazi Süleyman Paşa Camii, 1330 yılında Sultan Orhan Gazi’nin oğlu Gazi Süleyman Paşa tarafından, İzmit Sancak Beyliği zamanında vakıf olarak yaptırılmıştır. Geyve Merkezde, Taraklı yolu üzerinde bulunmaktadır.

Geyve Elvanbey İmarethanesi, 1451 yılında Sinan Paşa tarafından babası Elvan Bey adına yaptırılmış mimarisi ile göz ve gönül ziyafeti sunan bir Osmanlı vakfıdır.

Orhan Gazi’nin ilk kurduğu vakıflarından olan Kocaeli ve Sakarya bölgesinin fethinde önemli yeri olan Pamukova ilçesi Mekece köyünde Orhangazi tarafından bizzat 1324 yılında kurulan Vakıf Külliyesi yıkılmış külliyenin olduğu yer ayva bahçesi yapılmış.

Bir zamanlar yolcular ve fakirlerin her gün iki öğün yemek yiyip hiç bir ücret alınmadan yolcuların üç gün konakladıkları kervansaray, imaret, aşevi, cami ve çeşmenin bulunduğu bölgenin bugünkü perişan hali www.devrialem.tv ve www.gebzegazetesi.com da canlı yayınlanıyor.

https://fb.watch/fp7qeXdODg

Osmanlının ilk sancak merkezi İzmit sancağındaki vakıf medeniyetimizi araştırmaya Kocaeli bölgesinde devam ediyoruz.

GEYVE SULTAN 2. BEYAZIT VAKFI KÖPRÜSÜ

Osmanlı vakıf medeniyetinde İzmit sancağına bağlı Geyve’nin çok önemli yeri var.
Geyve Sultan 2.Beyazıt Vakfı Köprüsü, Sakarya Nehri üzerinde büyük kesme taşlardan yapılmış bir köprüdür. Vakıf Kitabesinde, “Bu köprü tarihte devir açan Fatih’in oğlu II. Bayazıd tarafından H. 901 (M. 1495) yılında yaptırılmıştır.” ifadesi yer almaktadır.

Sakarya ırmağı üzerinden Geyve-Göynük menzil yolunun geçişini sağlayan köprü, yedi satırlık Arapça inşa ve vakıf kitâbesine göre Sultan II. Bayezid Vakfı tarafından hicri 901’de miladi 1495 yaptırılmıştır. Kitâbe köşkünün arkasında bulunan mermere işlenmiş rozet biçiminde ikinci bir kitâbenin altında ise “Amelü’l-fakīr Abdullah” ibaresi ve Mimar Murâd İbn Abdullah ismi okunmaktadır. Bu imzalardan Geyve Köprüsü’nün Mimar Abdullah oğlu Murad tarafından tasarlandığı ve inşaatın da Abdullah adlı usta tarafından gerçekleştirildiği tahmin edilmektedir.

Ahmed Refik, Sahâifü’l-ahbâr’dan naklen, Sultan Orhan Gazi’nin Sakarya üzerindeki bir köprüyü tamir ettirerek civarında kurdurduğu Köprübaşı Köyü halkını bu yapının bakımı ile görevlendirmiş olduğunu yazmıştır.

Böylece bu önemli yol üzerindeki Bizans (belki de Roma) çağından kalmış eski bir köprünün Osmanlı Beyliği’nin ilk yıllarında yeniden kullanılır hale getirildiği anlaşılmaktadır. II. Bayezid, iki yüzyıl sonra bu vakıf hayratını eski köprünün 150 m. kadar güneyinde temelden itibaren yeni olarak inşa ettirmiştir. Eski köprünün kalıntıları bugün görülebilmektedir.

Cevdet Çulpan’ın tespitlerine göre Sultan Beyazıt Köprüsü’nün tamiri için Kanûnî Sultan Süleyman devrinde İzmit kadısına ferman çıkarılmıştır. Evliya Çelebi Geyve kasabasından bahsederken Sultan IV. Murad zamanında (1623-1640) Sakarya’nın bir taşkınında kasabanın tahrip olduğunu bildirir. Aynı taşkında köprünün de zarar görmüş olması muhtemeldir.
Geyve’de Sakarya nehrindeki bu muhteşem vakıf eserinin belgeselini çekerek tarihe not düşüyoruz.
https://www.facebook.com/share/v/LgyrHXgcEYhF1yKU/?mibextid=KsPBc6